30 Aralık 2014 Salı

Var-ma



Varıldıkça tükeniyor yollar,
yolculular,
ülkeler, uzaklar.

Arzular, özlemler tükeniyor
sevgiliye yaklaşınca,
dudaklar tene kavuşunca.

Çoğalıyoruz sandıkça,
yaşadıkça
azalıyor, tükeniyor, yok oluyor
eriyoruz
sabun misali
gün gün
an an
yaşamın kolları arasında.




Gülşah Köksal
29.12.2014
Foça

25 Aralık 2014 Perşembe

KÜTÜPHANE SAHİPLERİ BİLİR…



Kitaplar,  bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla dolu mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır onları tutkuyla sevenler için; nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekanları bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar, bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder. Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil, kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.


Bir okur olarak ben, kitaplarımla hep aynı mekanda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta uyumak- isteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma cevap verebilecek imkan ve büyüklükte değildi, ve başkalarının çok kolaylıkla giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben, tavana değin uzanan  rafları olan bir kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana, kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.


Diğer evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse, onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji, edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık, çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch, Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone, Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz filozof G. Berkeley gibi ben de, insan bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi geliyorum, bilmiyorum ama, benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı…  Oldukları yerlerden memnun kalsınlar, rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin kişileriyle  raflarda da birlikte olmalarını sağlamaya çalışıyorum, yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de, Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine çok yakıştırıyor, yanyana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum için, zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip görüyor, ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri noktasında oldukça hassas davranıyorum.( Berkeley’in ‘’biz yokken eşyalar, kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?’’, diye sorması gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet etmeye başlıyorlar mıdır ?,’’, merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım. )

Düşünsenize, ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi, benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo, Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz, onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e, Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer; Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş gözlerle ‘’ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz diye soruyor yanında başka bir dangalağa… Çaldığım parçalar duygulandırıyor bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor mesela…  Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir…


W. Benjamin’nin kütüphanesini görüp, her okurun maruz kaldığı, ‘’bunların hepsini okudunuz mu?’’sorusuna verdiği cevap çok manidar: ‘’Kitaplar sadece okunmak için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.’’ Bu cümleyle, pek çok kitap kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana,  burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor düşünür; benim ‘’kitap ruhu’’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma: Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği ‘’biz biraz da, onlarla ‘’yaşamak’’ istiyoruz’’dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla, koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: ‘’Olsun, elimin altında bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun’’, diye aldığımız kitapların ruhunu istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını; tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı…


Rene Descartes, ‘’İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.’’, der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘’dostun yüzünü’’ görüyoruz.


Ne demek istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.


Hepinize bol kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum….


Gülşah KÖKSAL
25.12.2014

FOÇA

16 Aralık 2014 Salı

MAKAS



Midemi bulandırıyor bu dünya, her an
Bu yollar, yolculuklar, koşuşturmalar,
bir yerlere varmaya çalışmalar
Kurallar,  kuralsızlıklar, yönetmelikler, yasalar
Anayasalar, babayasalar, tasarılar, taslaklar,
Iş yerleri, müdürler,,patronlar,
Emirler, ricalar,
Aşklar, ayrılıklar
Giyinikler, çıplaklar
Akıllılar, aptallar
Şefkatliler, zalimler, zindanlar
Evler, eşyalar, peyzajlar
Kafeler, barlar, lokantalar
Şehirler, ülkeler, anakaralar
Meydanlar
Sloganlar
Pankartlar,
Bayramlar,
Bayraklar
Bayraklar ve sınırlar
Gümrükler,  gişeler
Vizeler, pasaportlar ,
Geçişler, gelişler, dönüşler,
Ergenler
Hanımlar
Beyefendiler
Bebekler
Modernler,
Çiçekler, sinekler, böcekler
Defterler, kalemler, mürekkepler,
Doğumlar, ölümler, öldürülmeler,
Silahlar, toplar, tanklar, tüfekler
Gözyaşları, ağıtlar, matemler,

Kulağımdan, gözümden, tenimden geçip
beynime ulaşan
hemen her şey
bozuk bir yemek nasıl alt üst ediyorsa
midemi,
öyle  perişan ediyor her an
her saniye
benliğimi.

Bu bozulmuş
Bu amacını yitirmiş
Gözü dönmüş
Kirlenmiş, kirletirmiş  dünyada
Cesedimle kalacak olmak bile
Ölmekten daha çok rahatsız ediyor
Düşüncemi.

Doğmamış olmayı istemek, senin asıl derdin bu aslında, diyorum bir anda,
Yatılmış bir uykudan uyanırcasına
İrkilip bulduğum cevapla
Sıçrıyor, doğruluyorum  ve diyorum ki;

Bir kez, varolmuş olma hükmünü giymiş,
ve dahası, bunu idrak da etmiş,
kurtuluşun yollarını aramaya başlamış olmakla  -başlıyor  asıl trajedimiz.

Bunu söylüyorum kendime, her defasında
Bu bulantı krizinin mevcudiyetimi
her nişan alışında.

Kusamıyorum yaşamı.
Sesleri, renkleri, görüntüleri
Dönen dolapları, söylenen yalanları
Oynanan oyunları
kusup çıkaramıyorum,
Çıkarıp atamıyorum içimden.
Zehirleniyorum.
Zehirlenerek ölüyorum her saniye,
biliyor, müdahale edemiyorum..
Ölümü seyrediyorum gözlerimle,

Yokluğa yürüşüyüşümü, adım adım .
Zamanın bir makasa dönüşüşünü,
saçlarımdan ayak parmaklarıma doğru,
ruhuma doğru yürüyüşünü,
pırtık pırtık edişini beni,
parçalar halinde keşişini,,
Yok edişini izliyorum beni
Zaman adlı o keskin makasın


Gülşah Köksal
16/12/2014
Foça

4 Aralık 2014 Perşembe

Okur olmak...

Enis Batur, bundan böyle, roman yazmanın beyhude bir yaratım olduğunu dile getirir. Bununla söylemek istediği, yazılmış onca çığır açıcı romana yönelip, onlarda derinleşmemiz gerektiği düşüncesi olabilir. 
Öte yandan, kendisi de bir roman yazıp yayımlatmıştır bu yıl içerisinde. Tam kendisine yakışır bir romandır bu bence. Buram buram "Batur" duruşu kokan bir roman. An an, onun kitaplar, okur olmak, ilişkiler, kadın-erkek-aile üzerine düşündüğü her şeyi takip edebildiğiniz, içten, samimi, "kitap kokan" bir roman. 

O romanın bir bölümünde Batur, bunaldığı ve kendisinden kaçmak istediği bir an yaşatır kahramana. (Bana kalırsa, o yine kendisidir.) Ve, kahraman, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için tek bir şeye ihtiyac duyduğunu ifade eder; ofiste kalmış olan, Musil'in Niteliksiz Adam'ına... 

Bu an, aynı zamanda, benim de nefessiz kaldığım andı. "Iyileşmek için "yalnızca" bir kitaba ihtiyaç duyuyor olmak, onun da Niteliksiz Adam olması...  

Bu, bir kişinin satırlarında kendini okumak gibiydi benim için o an. 

"(...) Musil'e gereksinme duymuştum o noktada, birilerini aramaya ya da çıkıp bir yürüyüş yaparak kafamdaki kalın sisi dağıtmaya hayır, yaralı ruhuma tek iyi gelecek şeyin bu olduğundan hiç şüphem yoktu"(s.47)

Bu, duygu benzerliğini Batur, yine aynı roman içinde şöyle açıklamaktaydı:

"Kitap mecnunu bir tür evrensel ademdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar. Farklı hareket etmeye bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz."

Benim şaşkınlığımın cevabı buradadır. 

O devam eder ortak yönlerden bahsetmeye: "Dilini hiç tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin."

Burada kendini "yakalanmış" gibi hissedeceğinize eminim:

"Gece yürüyüşlerine çıktıklarında, ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın, yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikayesini kurmaya koyulurlar."

Pencere zemin kattaysa? Ne yaparız?
Onu da hemen Batur'dan dinleyelim:

23 Kasım 2014 Pazar

Dağ Güvercini Olmak



Evcilleştirilemeyen bir güvercin türüdür dağ güvercini. Kimsenin elinden beslenmez.  Asla tutsak edilemez, edilse de yaşamaz, ölür. Evcil bir güvercinle karşılaşırsa, onu da kendine benzetir.

Asidir. Tek başınadır her daim. Minnetsizdir.

Aslında, bu asi karakter yapısı biraz da onun doğum öyküsüyle ilintilidir. Dünyaya gelir gelmez, ebeveynleri tarafından doğaya bırakılır dağ güvercini. El yordamıyla öğrenir yaşamı, yapayalnız…  Anne babası, her şeyi doğadır. Kimseye minnet duymayışı bundandır, doğanın kendisine verdikleriyle yetinişi de.

Dağlarda yaşar.
Diğer güvercin türlerinin özlemlerine rastlanmaz onun dünyasında. “Biri yemimi versin, barınacak bir yerim olsun da, varsın tutsak olayım.”, demez. Belki de onun “gerçek bir yaşama” sahip olduğunu fark ettiğinden evcil güvercinler, karşılaştıkları an takılıp gidiverirler peşinden.. Bundan ötürü de korkulu rüyasıdır dağ güvercinleri , evcil güvercin sahiplerinin. Cezbedicidir başına buyrukluğu. Bilir bunu onlar da. Uzak tutarlar kafesleri bu “zararlı” canlılardan…

İnsanın “bireyselleşmiş”, “kendini bulmuş” olanı da böyle değil midir? Korkulan, uzak durulan, tehlikeli bulunan, nefret edilen değil midir toplumun kendisine benzetemediği kişiler de? J. Fowles “Koleksiyoncu” adlı eserinde tam da bu gerçekliğe dikkat çeker ve isyan edercesine şunları haykırır kağıdın yüzüne; 

“Her canlı, yaratıcı ve vicdanlı kişinin çevresindeki bayağılığın kurbanı olması neden? Çünkü hepimizden nefret ediyorlar. Farklı olduğumuz için, onlar olmadığımız için, onlar bizler olamadıkları için, nefret ediyorlar. Bize işkence ediyorlar, bizi dışlıyorlar, bize hakaret ediyorlar. Kendi gözlerini bağlıyor ve kulaklarını tıkıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Kalın kafalı ve küçük olmaktan utanç duymayan bütün kalın kafalı ve küçük insanlardan nefret ediyorum.”

Ortega Y. Gasset ise, bunun zaten böyle olması gerektiğini, “insanın, bireyselliğini kendini topluluğa düşman, geleneğe karşıt olduğu oranda keşfettiğini” söyler “Tarihsel Bunalım ve İnsan” adlı kitabında;  “çünkü” der, “bireycilik ile geleneğe karşıtlık tek ve aynı ruhsal güçtür.”

Gülşah KÖKSAL
23.11.2014
İZMİR




22 Kasım 2014 Cumartesi

“ROMANTİK AŞK” VE MODERNİZM


Biraz da filmler üzerine konuşalım istedim…
Geçenlerde izlediğim ‘’Aşka Yolculuk’’ adlı film, Anthony Giddens’in okumakta olduğum ‘’Modernliğin Sonuçları’’ adlı kitabında bahsettiği ‘’romantik aşk’’ kavramının tipik bir örneğini simgeliyor olması açısından özellikle ilgi çekici geldi bana. Film özetle şöyle:

‘’Erkek arkadaşının dört yıldan beri ona evlilik teklif etmemesi üzerine Anna, kadınların erkeklere Şubat'ın 29'unda evlenme teklif edebildiği bir İrlanda geleneğinden esinlenip ipleri ele almaya karar verir. Evlilik teklifi için erkek arkadaşı Jeremy'nin arkasından onu Dublin'e kadar takip edecektir; fakat kötü hava koşulları yüzünden yolda kalır. Dublin'e gidebilmesi için taşra ahalisinden Declan, Anna'ya yardım eder. Öykü ya, Anna, yolda Declan'a aşık olur.’’ Aşkta tesadüflerin rolünü kim yadsıyabilir…

Declan nasıl bir karakteri simgeler? Kaba, umursamaz, pervasız ama çekici… Kendisine evlenme teklifi etmesini beklediği erkek arkadaşı ise kariyer sahibi, ruhsuz, iş kolik, rasyonel bir tiptir… Dikkati çeken şey, kadının, hayal kırıklıklarıyla dolu bir ilişki yaşıyor olmasına karşın, bununla yüzleşmekten kaçınması ve bunu idealize ettiği biçimiyle karşı tarafa aktarmaya çalışmasıdır. Kişi, neden böylesi anlamsız bir çaba içerisine girer? Bunun aslında ‘’anlamsız’’ olmadığını, modern çağın kişiyi buna iten bir atmosfer yarattığını görüyoruz. Bu bağlamda, Lawrence Ston’nun ‘’romantik aşk’’ tanımlaması bize kimi ipuçları verebilir.

‘’Romantik aşk’’, diyor Stone, ‘’dünyada kişinin tüm düzeylerde birleşebileceği yalnızca tek bir insan olduğu düşüncesine gönderme yapar; aşık olunanın kişiliği o denli idealize edilir ki, insan doğasından kaynaklanan olağan yanlışlar ve aptallıklar görülmez olur; aşk sanki bir yıldırım çarpmasıdır ve ilk görüşte insanı etkiler; aşk onun uğruna diğer tüm kaygılardan, özellikle de maddi kaygılardan vazgeçilmesi gereken, dünyadaki en önemli şeydir; ve son olarak da dizginleri, ortaya çıkan davranışların başkalarına ne denli abartılı ve saçma görülebileceğine bakılmaksızın, kişisel duyguların güdümüne vermektir ve bu çok değerli bir tutumdur.’’ Giddens’in yorumunu okuyoruz peşi sıra; ‘’Bu biçimde karakterize edildiğinde romantik aşk, neredeyse hiçbir zaman bütün olarak gerçekleştirilemeyecek bir değerler kümesini kapsar.’’
Declan’la karşılaşana kadar, ilişkiyi, samimiyeti ve içtenliği belli kalıplar içerisinde yaşaması gerektiği bilgisine sahip, tersi bir durumla karşılaşmadığı için de bu yapaylığı olağan sanan; mutsuzluğunun kaynağını tam da bu noktada değil, başka şeylerde ya da kendinde arayan Anna’nın tüm değer yargıları alabora olur. ‘’Romantik aşk’’ ile ‘’gerçek aşkı’’n Anna’nın yüreğinde başlayan savaşına şahit oluruz bundan sonra…Tesadüfen tanıştığı erkeğin rahat ve kayıtsız tavırları şaşkına çevirir onu; modern çağ erkeğinin kasıntılarından eser yoktur karşısında ve şaşkınlık yerini, kendisi görmezden gelmeye ve yolculuğu bir an önce tamamlayıp erkek arkadaşına ulaşmaya çalışıyor olsa da, çoktan kendisini aşka bırakmıştır bile…







Anne babalarının aşkına, ilişkisine, kararlılığına imrenmeyen, onlara öykünmeyen ve kendi yaşamını onlarınkiyle kıyaslamadan edemeyen var mı içinizde? Onların içtenliği ve riyasızlığından başka ne çekiyor olabilir ki bizi? Kaprissiz, doğrudan, çırılçıplak sergilenen duyguların bu kadar ender bulunuşu günümüzde, yokluğu insanlığı derin bir huzursuzluğa ve kapkara bir mutsuzluğa götürüyor olduğu halde, ne ile açıklanabilir? Modernite kavramıyla açıklıyor sosyologlar. Ya siz? Siz nasıl bir açıklama getiriyorsunuz yaşadıklarınıza? Kaçınız hesapsızca güven duyabiliyorsunuz yaşadığınız aşkın gücüne, saflığına, doğallığına, yarınlılığına? Kaçınız, duygularınızı alarma geçiremiyor olduğu halde, yanınızdaki insanla, kabul gören bir ilişki (!) kurmuşluğunuzu bahane ederek (aynı meslekteniz, zengin, yıllardır evliyiz, kariyer sahibi, ailemin istediği özelliklerde gibi) içiniz yana yana, ama kendinizi mecbur hissettiğiniz için birlikteliğinizin su sızdıran taraflarını sürekli yamamaya çalışmıyorsunuz? Ve kaçınız bu durumu kendinizden ve çevrenizden saklamaya devam etmiyorsunuz? Karşımıza doğallığı, rahatlı, içtenliğiyle davranan bir insan çıkıp da ‘’evet, işte bu tarz bir insanla olmalıyım’’ dediğiniz an ne olacak? O yalan, hangi bedelleri ödeyerek yaşamaya devam ettirilecek?

‘’Romantik aşk’’ mı, ‘’gerçek aşk’’ mı? Ya da seçtiğimiz aşksızlık mı? 

Aşka Yolculuk... Güzel filmdi. 



Gülşah KÖKSAL

İZMİR


19 Kasım 2014 Çarşamba

CADI AVI VE KAPİTALİZM


‘’Modern çağın başlangıcında yüz binlerce ‘’cadı’’nın idamı ve kadınlara karşı yürütülen bir savaş ile kapitalizmin yükselişinin aynı zamana denk gelmesi nasıl açıklanabilir?’’

Silvia Federici’ye göre ‘’cadılara uygulanan zulmün hangi özel tarihsel koşullar altında mümkün olabildiği ve kapitalizmin yükselişinin kadınlara karşı soykırıma varan saldırılara ihtiyaç duymasının nedenleri hiç incelenmemiştir.’’

Tarımsal kapitalizm, toprakta özel mülkiyet anlayışını getirerek kırsaldaki halkın yoksullaşma sürecini başlattığında buna en büyük tepkiyi kadınlar göstermişlerdir. Bu sürece ‘’çitleme’’ adı verilir ki, bu duruma savaş açanların başında yine kadınlarının olduğunu görürüz.  Federici’nin verdiği örneklerden biri şöyle “ 1608’de kırk kadın Waddingham’da çevrilen bir alanın ‘’çitlerini yıkmaya’’ gitti ve 1609’da Dunchurch’taki bir monarda ‘’aralarında evli kadınların, dulların, bekar yaşlı kadınların ve genç kızların çitleri yıkmak ve hendekleri kapatmak üzere bir gece toplandı. Yine York’ta, Mayıs 1624’te kadınlar çitlenmiş bir alanı yerle bir etti ve bu yüzden hapse atıldı. Bunlar, hayatları tehdit edildiğinde, kadınların ellerinde direnler ve tırpanlarla toprakların çitlerle çevrilmesine ya da çayırların boşaltılmasına direndikleri örneklerden yalnızca bir kaçıdır.(1).

Topraklar kaybedildiğinde, en büyük zararı yine kadınlar görüyor, göçmen işçi ya da sokaklarda başıboş dolaşan serseri olmaları daha zor olduğundan, en büyük tepkiler kadınlardan geliyordu. Topraksız kalan köylü, emeğini ücret karşılığında satmaya başlar başlamaz parasal manipülasyon yoluyla reel ücretler düşürüldü ve yiyecek fiyatları yükselmeye başladı.  1565 Eylül’ünde Antwerp’te,  ‘’yoksullar  sokaklarda açlıktan ölürken,’’ bir depo, içine doldurulan tahılın ağırlığı yüzünden çökmüştü.(Hackett Fischer 1996: 88) Yükselen fiyatların altında en çok ezilenler deyine kadınlardı. İşte bu yüzden, ikincil statülerine rağmen, yiyecek fiyatları arttığında ya da tahıl stoklarının ilçeden taşındığına dair dedikodular yayılınca hemen sokaklara çıkanlar da kadınlar olmuştur. 1652 yılında ‘’sabahın erken saatlerinde, yoksul bir mahallede, bir kadın kucağında açlıktan ölen çocuğuyla ağlayarak sokakları arşınlamasıyla’’ başlayan Cordoba isyanında olan şey tam da buydu.(2)

16.yy’ın ortalarına gelindiğinde vatandaşların sayısının bir ulusun zenginliğini belirlediği fikri bir aksiyom haline gelmiştir. Fransız politik düşünür ve demonolog Jean Bodin, ‘’Çok fazla tebaaya ya da çok fazla vatandaşa sahip olmaktan asla korkulmamalıdır, ne de olsa bir devletin gücünü oluşturan insandır’’, diye belirtir. 4.Henry’nin ‘’bir kralın gücü ve zenginliği vatandaşlarının sayısına ve refahına bağlıdır’’ sözü bu çağın nüfusla ilgili görüşlerinin adeta özetini verir.(3) Buna bağlı olarak, iş gücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak aileye yeni bir önem verilmeye başlandı. Bu gelişmelere eş zamanlı olarak, nüfus sayımlarının başladığını, ve devletin cinselliğin, doğurganlığın ve aile hayatının denetimine müdahale ettiğini görürüz.(4)Bu gelişme kadınlar açıdan tarihsel bağlamda oldukça kritiktir, çünkü toplumsal ve siyasal bir karar olarak ortaya konulan şey, kadının doğurganlığının devlet denetimine girmesi, kadının birincil görevinin çocuk doğurması anlamına indirgenmesi, doğumun kontrolünü kadının elinden alıp kendi dışındaki güçlere teslim edilmesi; yine kadının ekonomik ve siyasal kararlara müdahalesinin önlenmesiyle birlikte,  toplumun dışında kalmasına ve bir “çocuk üreticis” konumuna itilmesine yol açmıştır.
Bu sürecin öncesinde kadınlar, şifalı otları bilen, hastalık, istenmeyen gebelik gibi durumlarda bunları kullanabilecek bilgiye ve donanıma sahipken, devletin doğum teşviki ve kurumsal olarak bunun izini sürme kararı alışıyla birlikte, bebeğinin ölümüne sebebiyet veren  ya da gebeliğinin sonlanmasına kendi kendine karar veren kadınların cezalandırılması yoluna gidilmiş, ilk cadı avı süreci de bu şekilde başlamıştır.
 17.yyda ise kadının itibarsızlaştırılma mücadelesine girişildiğine ve toplumsal olan tüm alanlardan birer birer uzaklaştırıldığına şahit olmaktayız. Örneğin kadınlar Fransa’da ‘’gerizekalı’’ ilan edilerek sözleşme yapma ve mahkemede kendilerini temsil etme haklarını kaybetmişlerdir. Alman kadınların yalnız başlarına ya da başka kadınlarla birlikte, yoksulsalar aileleriyle birlikte yaşamaları bile yasaklandı, çünkü bu şekilde münasip bir şekilde denetlenemeyecekleri düşünülüyordu. Akdeniz ülkelerinde kadınlar ücretli mesleklerinin yanı sıra sokaklardan da kovuldu. Sokaklarda yalnız başına dolaşan bir kadın, alaylara ve cinsel saldırılara maruz kalma riskiyle karşı karşıyaydı. İngiliz kadınlarının evlerinin önünde oturmaları kınanır, kadın arkadaşlarıyla fazla vakit geçirmemeleri salık verilir oldu (aynı dönemde kadın arkadaş anlamına gelen ‘’dedikodu’’ kelimesi aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başladı.) Hatta kadınların evlendikten sonra ailelerini sık sık ziyaret etmemeleri öğütleniyordu.(5) Nüfusun azalışının kadının ev içi emeğinin teşvik edilmesini gerektirdiği Meksika ve Peru’da, İspanyol otoriteleri tarafından, yerli kadınların elinden otonomileri alan erkek yakınlarına onlar üzerinde daha çok iktidar tanıyan yeni bir cinsel hiyerarşi kuruldu. Yeni kanunlar uyarınca, evli kadınlar erkeklerin mülkü haline geldi ve geleneklerinin tersine erkeklerin evlerine yerleşmek zorunda bırakıldılar.(6) Yine kadınlar için geleneksel bir meslek olan ebelik, kilise tarafından eğitim almayan kişilere yasak hale getirildi, bu da eğitim alma hakkı bulunmayan kadınının tıp alanından dışlanması anlamına geliyordu. Bu şekilde de 14- 17yy arasında tıbbın erkek egemenliğindeki bir meslek haline geldiği görülüyor. Kilise hem gerçek bir korkuya kapıldığı için, hem de var olan korku ve saldırganlık duygularını kanalize etmek için ebeleri ve bilge kadınları hedef göstererek onları şeytanın aletleri ve suç ortakları ilan etti.( Berktay 1991: 223
Ve ardından kadınların büyü yapma güçlerine karşı tüm erkler tarafından geniş çaplı bir savaş başlatıldı.Çünkü, Francis Bacon’un da söylediği gibi ‘’Büyü sanayiyi yok eder’’di. (Bacon 1870: 381) Bu konuda yine Hobbes’e kulak verdiğimizde ‘’Batıl itikatlar ortadan kaldırıldığında, insanların eskisine göre sivil itaate daha uygun hale gelecekler’’ dediğini duyar ve kapitalizmin sözcüleri konumundaki bu insanların kadınlara rağmen gelişmekte olan ekonomik sistem yararına toplumdaki kadın düşmanlığını körükleyenler olduklarını görürüz. Cadı avı erkeklere kadınların güçlerinden korkmayı öğreterek, kadın -erkek ayrımını derinleştirmiş ve kapitalist iş disipliniyle uyuşmayan pratikleri inançlar ve toplumsal özneler dünyasını yok ederek toplumsal yeniden üretimin esas unsurlarını yeniden tanımlamıştır. (236) Buraya kadarki kısımdan da anlaşılacağı gibi, cadı avı ve kadının toplumda itibarsızlaştırılması süreci, karanlık çağ olarak da ifadelendirilen ortaçağlara değil, kapitalizmin varlığını ortaya koymaya başladığı 16 ve 17 yy’a ait bir tarihsel olgudur.

Peki kimdir ‘’cadı’’olarak suçlananlar ve onları bu şekilde itham edenler?

Ellerinden tek geçim kaynakları olan toprakları alınan köylüler, göçmen işçiler, ücretli sanayi işçisi, ya da
işsizler ordusunun bir üyesi olarak yaşamlarına devam ederken, kadınlar erkeklerin aldıkları ücretten çok daha azına çalıştırılmaya başlanarak ekonomik alandan eve doğru bir itilişe maruz bırakılmıştır. Arzu edilen şey de tam olarak budur zaten; kapitalist sistemin iliğine kadar sömürdüğü, verdiği ücretle giderlerini kılı kılına karşılayabildiği mutsuz, umutsuz ve endişeli  erkeği, evin  sorunları ve ev içi emekten uzaklaştırarak kendine daha verimli olacak modern köle ordusu yarattığında, bunları teskin edecek kadınların her an yanlarında olmalarını sağlamak… Kadın ve erkeğin toplumsal olarak birbirlerine yabancılaştırılması ve ötekileştirilmesi sürecinin köklerine cadı avı denilen ‘’kadın nefreti’’ ve ‘’kadının gücüne olan korku’’fenomeninden ulaşmak mümkündür. Kendisi ve çocukları aç kalan, dul, yaşlı, ya da ailesini kaybetmiş olanlar kadınlar, ev ev gezerek kendilerine yiyecek istemeye başladıklarında, bu, toplumdaki zenginler arasında kaygı ve endişe uyandırmaya başlar. Bu kadınların ölüm cezası almalarını gerekli görenlerin suçlamalarından örnekler şu şekilde;
1566 yılında Chelmsford’da asılan Waterhouse Ana, biraz ekmek ya da yağ dilendiği ve komşularının çoğuyla münakaşa ettiği anlatılan ‘’oldukça yoksul bir kadındı’’. Chelmsford cadılarından Elizabeth Francish, azıcık eski maya vermeyi reddetti diye komşularından birini lanetlemiş, kadının o günden beri kafasında inanılmaz bir acı peyda olmuştu. Staunton Ana, bir komşusu kendisine maya vermeyi reddedince arkasını dönüp giderken ‘’şüphe uyandıracak şekilde mırıldanmış, bunun üzerine komşusunun çocuğu şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. 1582 yılında Osyth’te asılan Ursula Kemp kendisine biraz peynir vermeyi reddeden bir Dükü topal etmiş; yine aynı şekilde biraz temizlik malzemesi vermeyi reddetti Agnes Letherdale’nin çocuğunun poposunda şişlik oluşmasına neden olmuştu.(Rosen 1969:76-119)
Rosen’in aktardığı örneklerden anlaşılabileceği gibi, yoksul, alt tabaka insanlarının kendilerini rahatsız etmelerinden çekinenlere oynadıkları kanlı ve acımasız bir oyundan başka bir şey değildir ‘’cadı avı’’. Yaşamak ve ailesini yaşatabilmek için komşularından ve çevresinden yardım dilenen yoksul sınıfı gözden kaybettirme ve sindirme, bunu da kadınlar üzerinden gerçekleştirme politikası tüm iktidar güçlerinin el ele vermesi sayesinde başarıya kavuştu. Kiliseye güvenip onun yolunu izlerlerse ebediyen bu şeytan belasından ve onun temsil ettiği her şeyden kurtulabilirlerdi. Bunun için de bu şaibeli kişiler ihbar edilecek olursa, kilise ve laik otoriteler elbirliği yapıp onları yargılar ve ortadan kaldırırlardı. Böylece, zengin ve yoksul, güçlü ve güçsüz, Protestan ve Katolik, gizli ya da açık bir şekilde işbirliği yaparak, binlerce okumasız yazmasız köylü kadının işkence görmesinde ve öldürülmesinde suç ortalığı yapmıştır.(Berktay 1991:233)
 Sonuç olarak; kurulmaya çalışılan yeni ekonomik sistem uğruna, sağduyusuyla, oynanılan toplumsal, siyasal, ekonomik oyunların ilk farkına varacaklardan olduğu bilindiğinden, on binlerce kadın, asılsız suçlamalar ya da masum ve insani talepleri bahane edilerek ortadan kaldırılmıştır.


Gülşah KÖKSAL
17.05.2012 Hınıs/ ERZURUM


BAHSİ GEÇEN ESERLER

1-Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Otonom Yay. 1.Basım 2012
2-Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti,  Metis Yay. ,3.Basım 2010
3-Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere Yay.,3.Basım1998
4-Sheila Rowbotham, Kadın Bilinci Erkek Dünyası , Payel Yay., 1.Basım 1973

17 Kasım 2014 Pazartesi

Dilbilimci Derrida AKP'li mi?


“Kişinin uyanık olması için gözlerinin açık olması yeterli değildir.”
Jacques DERRİDA




Jacques Derrida, editörü olan Catherine Malabou adlı arkadaşına 10 Mayıs 1997’de İstanbul’dan bir mektup göndermiştir. YKY ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelişinde kaleme aldığı bu mektupta Derrida’nın en çok üzerinde durduğu, kendisini şaşkınlığa uğrattığını söylediği konu, Cumhuriyet döneminin Latin alfabesi devrimidir… Yapı Kredi Yayınları’nın “Cogito” adlı üç aylık düşünce dergisinde yayınlanan bu mektubu okurken, Derrida’nın gözünden Türkiye’yi ve İstanbul’u ilk kez görüyormuş gibi olmanın heyecanını yaşadığımı söylemeden geçmek istemem. Resmi ideolojinin küçük yaşlarımızdan itibaren yaşamımıza kazıdığı pek çok şey, irade dışı eklenmiş olan düşünce dünyamızda öylece duruvermekte, farkında bile olmaksızın savunduğumuz, koruduğumuz, değerli bulduğumuz yargılar şeklinde var olmaya devam etmektedir. Ta ki, dışarıdan bir gözün ‘’neden?’ ve ‘’nasıl?’’ gibi sorularına maruz kalana dek… Bir dil felsefecisinin gözünden, ülkede gerçekleştirilen alfabe devriminin, o dönem insanları üzerindeki etkisini sorgulamak; geçmişe bakışımızı ve geleceğimize yansıyacak etkileri üzerinde düşünmek ülke insanlarının önemli sorumluluklarından biri kuşkusuz…

İstanbul Mektubu:
(…) Sana Türkiye’den kart atacağıma söz vermiştim Catherine. Fakat kuşkusuz bu bir mektup olacak, yine de posta kartı tonunda ve ritminde yazıyorum.
Aslında hep düşündüğüm tek şeydir bu, ki sen bunu bir semptom olarak okuyabilirsin: benim ile birlikte seyahat yolum. Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu durumda, Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları alfabelerini düşünüyorum. Kısa bir zaman önce, senin de tanıdığın o yetenekli kahraman komutan K. A’nın, ‘’modern zamanlar’’ın bu cüretkar, sarih, fakat zalim kurtarıcısının, halkın modernliğin eşiğine taşıyan emirleriyle oldu bu. “En route”, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da tramvatik! Bizde böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu “coup de la lettre” (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.”
Bu cümleler Derrida’nın mektubundan… Bu ünlü yapı-sökümcü düşünür, başka bir ülkenin vatandaşı ve yeni karşılaştığı bir durum üzerine, empatik bir biçimde soru sorarak yaklaşıyor: ‘’Ya bize de yarın böyle bir emir gelecek olsaydı?’’. Resmi ideolojinin bize oluşum gerekçelerini arda arda sıralayarak doğruluğu ve gerekliliği konusunda ikna ettiği bir durum, bir düşünürün ifadelerinde bu şekliyle yer alıyor. Ve ardından ekliyor; ‘’ bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır’’; yani, bu duruma maruz kalan birey artık ‘dilinin efendisi’ konumundan olmaktan çok uzaktadır. Devam ediyor Derrida:
(…) özellikle de kamusal alanlarda’modernleştirici’ K. A dimdik yükseliyor. Hep ayakta dururken temsil ediliyor bildiğin gibi, ama Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile, onu sevdiğinden çok emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikaye yüzünden ondan hala nefret etmiyorlar mı? (görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü) Kanımca, Türkler ona saygı duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da beddua ediyorlar. Üstelik sadece Müslümanlar da değil! Tabii eğer yine bunları ben uydurmuyorsam.” (Cogito, 2006; 20, 21)
Dikenli cümlelerle dolu bu alıntı, sanırım birçok okuru şu an rahatsız eder durumdadır. Ama burada yine Derrida’nın kendiyle olan konuşmasını ne şekilde yürüttüğünü yine ‘kendine’ yaptığı bir açıklamasından alıntılamak istiyorum; “Her zaman olduğu gibi burada da ‘halk’la ve de bu harf değişikliğinin ruh göçünü yeniden tasarlamış olan, böyle bir kararı verebilen ve uygulamayı başaran ‘birey’le özdeşleşmeye çalışıyorum. Her an onları düşünüyorum, ama sanki rüya görüyormuşum gibi.Ve, Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymiş gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum.” (Cogito, 2006; 23) Mektubun ortalarında Derrida, eleştiri dozunu biraz daha artırarak düşüncelerini ifade etmeye devam ediyor ve başka (kendi, çocukluğu, anne-babası, seyahat kavramı, bellek vb.) konular üzerine düşünce üretmeye devam ediyor. (Mektup başlı başına ‘Kemalizm eleştirisi’ olarak algılanmasın diye bu açıklamam.) Evet, şöyle devam ediyor Derrida birkaç sayfa sonra konuya tekrar dönerek: ‘’Türkiye’ye bu ilk gelişimi anlatmaktan tamamen acizim. Bu işin yüzlerce cilt ve yeni bir dilin icadını gerektirmesi karşısında ezilmekteyim. O halde, düpedüz sapkınlıktan, cahil ön yargılarımı doğrulamak için kendimi sadece bir açıklamayla, politik bir ‘metonimi’yle sınırlandıracağım; başlarken söylemiş olduğum gibi, buraya ayak bastığımdan beri saplantılı bir halde, yeni yazı şeklini halka dayatma kararı aldığında yakışıklı Kemal Atatürk’ün aklından neler geçtiğini düşünüyorum: ‘’Tamamdır, herkes iş başına, her şey halledildi, artık yeni bir alfabemiz var! Yeni harflerimizle yola koyulabiliriz!’’ Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu, kişinin ülkesini kim bilir hangi serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama belki de tek yolu, bellek yitimidir! Farklı yazmayı öğrenmek, yayımlanmayacak bir mektup yazmak ( bu ama öteki değil, tamamen eşsiz ama ödünç alınmış görünen bir mektup). Üstelik kırbaç zoruyla ve çağın diktatörlüğü altında, keyfi gibi görünen bir disiplinin baskısı altında, yine de yaptıkları için dünyadaki en iyi gerekçeleri her zaman sıralayabilen bir bir baskı altında. Bir şeyin olması için dönüşü olmayan bir çıkışın (sortie) gerçekleşmesi için zorunlu ve kötücül bir koşul, bir makineleşme değil mi bu? Kim bilir?’’ (Cogito, 2006: 27)
Düşüncelerine, diline, kalemine, resmi ideoloji ya da militarist düzen tarafından pranga vurulmamış bir ‘’düşünür’ün atalarımla kurmuş olduğu empatik düşüncenin karşısında en az sizler kadar ben de şaşkınlığa uğradım. (Burada sadece ‘’şaşkınlığa uğramış olan siz’’leri kastediyorum.) Bunu ondan daha önce benim neden yapmayı hiç düşünmemiş olduğumu sorgularken buldum kendimi, ve bu yazı ortaya çıktı. Bu yazı bir giriş olsun Derrida’nın ‘’harf darbesi’’ olarak nitelendirdiği olguya , devamını bir sonraki yazıda getirelim… (Bu sayede biraz daha düşünme fırsatımız olsun Derrida’nın kendine sorduğu soruları.) 

Düşünce ve umutla…


Kaynak; Cogito, DERRİDA: Yaşamı Yeniden Düşünmek, sayı: 47- 48 Yaz-Güz, 2006, Özel Sayı


Gülşah KÖKSAL

16 Kasım 2014 Pazar

SİMON de BEAUVOİR





Simon de Beauvoir…  Dünya onun sesine ‘’İkinci Cins’’  adlı kitabıyla ilk kez ciddi bir biçimde kulak vermiş olsa da, O yazarlığa ilk adımını 1943’te yayınlanan ‘’Konuk Kız’’adlı romanıyla atmıştır. Fransız bir ailenin asi kızıdır Simon. 1908 yılında doğmuş, verdiği büyük mücadeleler sonucu öğrenimine, felsefe öğrencisi olarak devam etmiş bir ‘’Sorbon’’ludur. Sartre ile burada kesişir yolları. Ve bir daha da ayrılmaz. Bir daha ayrılmaz dediğimize bakmayın, aslında bizim algı dünyamızda olan bir birliktelik değildir onlarınki. Öğrenciyken örneğin, yan yana olan iki oda kiralarlar ama asla aynı odada kalmazlar; ‘’birlikte uyuyup uyandığımızda, ya da, her anı aynı mekanda geçirmeye başladığımızda  mahremiyetimize gölge düşebilir’’ diye. Birbirlerini sürekli besleyen iki akarsu kolu gibidir yaşamları. 


Sartre’nin zekası, ilk fark ettiği andan itibaren gözlerini kamaştırmaya başlamıştır Simon’un. Ve bu izlenim hep bir gerçeklik olarak kalmıştır onda. Simon, bir dönem için Amerika’ya gitmiş, orada ünlü bir profesör olan Nelson Algren’le aşk yaşamış, 1954 yılında layık görüldüğü Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü bu isme itaf etmiş,mektuplaşmalarını kitap olarak yayımlamış, ama bu ve benzeri ilgi kaymalarının bile Sartre ile olan bağlarını zayıflatmasına izin vermemiştir. Sartre de bu zaman içerisinde başkalarına karşı heyecan duyduğunu itiraf etmiştir. İkisi de bu süreçlerin ilişkilerini zayıflatan değil, aksine güçlendiren bir süreç olarak kabul etmişlerdir. 


Simon, kadınların 17. Yy’dan beri zaman zaman  yoğun ama sürekli şekilde devam eden kadınlık hakları ve cinsler arası eşitlik konularını ele alıp İkinci Cins adıyla yayımlamasından sonra, feminizm siyasi bir söyleme de eklemlenerek, tırmanışa geçmiştir.  Simon erkek düşmanı söylemlerden farklı olarak ‘’asıl suçun kadınlarda’’ olduğu görüşünü cesurca dile getirerek kadınları bile karşısına almıştır. Onu belki de diğer feminist yazarlardan ayrı bir yere koymamızı gerektiren en önemli tarafı budur.  ‘’Kadının en büyük özrü, varının yoğunun evliliğe bağlanmış olmasıdır; uğraşı yoktur, yeteneği, kişisel ilişkileri yoktur, hatta adı bile kendinin değildir; kısacası ancak kocasının yarısıdır’’(İkinci Cins, II.Cilt, syf 104) Onun muhatap aldığı taraf erkek değil, kadının ta kendisidir. Sisipos işkencesinden ağır ‘’hergün tekrarlanan ve sonu gelmeyen ve hiçbir şey üretmeyen, kadri bilinmiyor diye söylenmekten sonuçta bir cadolaza dönüştüren ev işi deliliğinden kurtulmaları gerektiğini tekrarlar durur satırlarında. Okumaları, öğrenmeleri, kendilerinde varolan yeteneklerinin izini sürmelerini ve ekonomik bağımsızlılarını bir an önce elde edip yaşama daha güçlü bir insan olarak katılmalarının önemini ve gerekliliğini vurgular. 20.yy’da bile dile getirilmesi cesaret isteyen şeylerdir bunlar.  Onun tek arzusu aptal, zekadan yoksun, varolabilmek için erkeğin(baba, ağabey, koca) varlığını mutlak gören bir kadın algısının silinip yok olacağı inancını önce kadınların kendisine, sonra da tüm dünyaya kabul ettirmektir. Bunu şu cümleleriyle destekler; ‘’Kocalarının gidişine yürekten üzülen pek çok kadının, ondan sonra, büyük bir şaşkınlıkla kendilerinde akıllarına bile getiremedikleri olanaklar keşfettiğini hepimiz biliriz; işleri yönetir, çocukları yetiştirir, kimsenin yardımı olmaksızın karar verir, çekip çevirirler. Kocalarının dönüşüyle de yine eski beceriksizliklerine gömülürler.’’ (ags syf 94)


Kadınlarda yaratılan bu öğrenilmiş çaresizliğin tek amacı, erkek egemen düzenin devamlılığının sağlanmak istenmesidir. Simon’un  örneğinden de görülebileceği gibi, erkeğin bir şekilde kadının yaşamından çıkmak durumunda kaldığı zamanlarda, onun çocuklar, ev ekonomisi, ya da hayatı diğer alanlarda idame ettirme konusunda ne kadar başarılı olabildiklerine hepimiz şahit olmuşuzdur. Balıkçılık, kamyon şoförlüğü, çöpçülük yapan, ya da üst düzey bürokrat olan kadınlar gördüğümüzde hala şaşırıyor olmamızın tek gerçek sebebi, patriarkal düzenin 21.yyda da aynı cinssel ayrımına ve ikinci cins vurgusuna devam edebiliyor olmasıdır.
Simon feminizminin kadın yaklaşımına ben de büyük oranda katılıyorum. Kadınlar ele geçebilecek fırsatları görmezden gelerek, güvenli ve kolay olan evliliği tek kurtuluş yolu gördüğü, kendi düşün dünyasını harakete geçirmek için çaba sarf etmediği, kocasını eline bakmak zorunda olan bir zavallı gibi davrandığı sürece, kadınlar ‘’İkinci Cins’’ olarak algılanmaya devam edeceklerdir...

01.04.2012
Gülşah KÖKSAL / Hınıs


SÖZCÜKLER


Ben hayatıma nasıl başladıysam öyle öleceğim kuşkusuz; hep kitapların arasında(syf 37)
Böyle diyordu Sartre otobiyografik kitabı olan ‘’Sözcükler’’de. Onu lise felsefe derslerinin ‘’Varoluşçuluk’’ konusundan tanıyoruz birçoğumuz. Bazılarımız bu kavramın sahibinin O olmadığını, 1813’te Kopenhag’da doğan Kierkegaard’ın  ilk kez dile getirdiği varoluşçuluk felsefesini Marks’ın Hegel’in  baş aşağı duran felsefesini ayakları üzerine çevirmesi gibi çevirdiği, ve düşüncenin gerçek sahibini bile gölgede bırakacak şekilde genişletip yeniden yapılandırdığı bilgisine de sahibiz. Bulantı, Duvar, Yaşananmayan Zamanlar gibi kitaplarını birçoğumuz okuduk ya da okumuş kadar çok şey duyduk haklarında. Peki, kaçımız Sartre’nin gerçek yaşam öyküsünden haberdarız? Sartre’yi  Sartre yapan süreçlerin ne olduğunu kaçımız az çok da olsa biliyoruz?
Sartre’nin yaşamını, babasının erken yaşta ölümüne duyduğu minnetle özetlemek mümkündür ‘’Sözcükler’’adlı kitabından yola çıkarak. Çok küçüktür babası öldüğünde; annesiyle birlikte taşındıkları dede evinin büyük maun raflardaki binlerce kitabın bulunduğu kütüphane karşılar onu tüm merhametiyle. Anneanne, dede, ve dul bir annenin karanlık dünyasından kaçıp sığındığı tek yerdir Sartre için burası.  Kitapların aydınlık dünyasında bulur kendini. Anlayamasa da tek tek eline alıp inceler tüm kitapları.
Babası ‘’Jean-Bapiste’nin ölümü annemi zincirlerine döndürmüş, beni ise özgürlüğüme kavuşturmuştu ‘‘, diye özetler bu süreci.  ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık! Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni.  İyi ki genç yaşta öldü.’’,der ısrarla. Siz, üzerinize boylu boyunca çöken ne varsa, onların muhakkak bir eril yanı olduğunu fark ettiniz mi hiç Sartre kadar?  Din, devlet, okul, ordu, aile, mahkeme dendiğinde, babanızı anımsatan bir şeyler canlanmaz mı yüreğinizde? Komut vermek ve komut almak süreci ne zaman öğretilmeye başlanır bize? Ne zaman birer makine gibi davranışlar sergilemeye başlar insanlar? Doğdukları anda mı? Toplumun eril yanı güçlendikçe şiddet, her türüyle, daha da acımasızca geçirmiyor mu dişlerini yaşamımıza? İtaat denilen olgu neden herkeste aynı biçimde yeşerip kök salmıyor benliklerde de, birilerinin daha isyankar, birilerinin daha itaatkar olduğuna şahit oluyoruz? En saf halimiz hangisidir sorunun cevabını yine Sartre’nin kendi üstben çıkarsamasında bulabiliyoruz;  ‘’Komut vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. En otoriter kimse bile başkasının, kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. Ben, bütün hayatım boyunca gülmeden ve güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni, bende iktidar kanserinin olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır’’ (syf 22)
İktidar kanserinin babalık kurumuyla kuşaktan kuşağa aktarıldığı bir dünyada ezen ve ezilen sınıfların ortadan kalkamayacağı aşikar olduğuna göre, belki de Sartre’nin dediği gibi çürümüş babalık bağlarının yeniden sorgulanması  ve ataerkil yapılanmalar üzerine hepimizin yeni bir bakış açısıyla yürümesi ne derece gerekli, yeterince açık sanırım. Gittiği parklarda çocuk oyunlarına kabul edilmeyen, yaşıtlarından çokça kısa olmasından dolayı annesinin hep üzüntü duyduğu, dedesinin odasındaki hayali kahramanlarla oynayarak büyüyen Sartre’nin yaşamı belki iyi bir mesaj ulaştırıyordur insanlığa; çocuklarınızı özgür bırakarak savaşsız, kimsenin kimseyi tahakkümüne alma hayali kurmadığı, ezmediği, kendini ezdirmediği bir dünyaya kavuşulabilir. Mümkündür bu; ama ancak anne, baba, öğretmen, komutan, dede gibi sıfatlarımızı sırtımızdan çıkarıp atmakla…
Her yazının sonunda bir temenni cümlesi kurma ihtiyacı duyuyorum ya; bu seferki de
‘’ Kimseye gülmeden emir veremeyeceğimiz günler özlemiyle’’ olsun…
Sevgiyle….


Gülşah KÖKSAL
30.03.2012 HINIS


BUGÜN GÜNLERDEN PAZAR...

Günlerden bugün Pazarsa, insanın kişisel bir kitaplığa sahip olması, o kitaplıkta henüz okunmamış, sizin çekip oradan almanızı bekleyen çeşitli türlerde kitapların bulunması; dilediğiniz bir zamanda, içinde bulunduğunuz duygu durumuna göre kah bir romana uzanması elinizin, kah bir şiir kitabına ya da üzerine çalıştığınız bir konuyla ilgili başka bir kaynağa… Başka türlü bir mutluluktur okuma sevdalısı bir kişi için…

Günlerden ‘Pazar’sa, dünyanın geri kalanı gibi günün neredeyse yarısını uyumaya feda etmemiş, ve günün anlam ve önemini (!) yaşam boyu bir türlü içinize sindirememişseniz; gözünüz bu karmaşanın içerisinde ve çaresizce kitaplığınıza yönelmişse, bir küçük mutluluk yaşayabilmek adına bir kitaptan medet umar olduğunuzu duyumsamışsanız yine; size raflardan arasından göz kırpan isim bir Balzac olmuşsa, sırtında ‘’Otuzunda Kadın’’ diye bir yazı taşıyor olması dolayısıyla; ve dışarıdaki gri, yağmurlu, ruhunuza ve yaşadığınız kasabaya melankoli pompalayan günlerden yorulmuşsanız; kitap ‘’Paris’’lilerin, caddelerinde çamurun olmadığı ve gökyüzünü bulutsuz gördükleri güzel günler vardır. İşte 1813 Nisan ayı başlarında bir sabah sabahı o günün böylesine güzel günlerden biri olacağını haber veriyordu.’’gibi bir cümleyle başlamışsa, yaşadığınız kasaba bir anda Paris oluverir insanın yüreğinde. Yolları çamursuz, tertemiz, kupkuru olarak hayal etmeye, yaşama sevincini, kendini bir an Paris’te gibi hissederek, yeniden avuçlarınız arasında hissetmeye başlarsınız…
İşte, böylesi zamanlarda ‘’bugün günlerden Balzac’’ olur, ve ‘’Otuzundaki Kadın’’’la birlikte hem kendi gerçekliğiniz hem de dünya, bir başka görünmeye başlar gözünüze…
Yine de, bütün bunlar size, günün ‘Pazar’ olduğu gerçeğini unutturmaz. Sizin kendinizi bildiğiniz bileli nefretle karşıladığınız, Tezer Özlü’nün ‘’Çoculuğun Soğuk Geceleri’’ adlı kitabında ‘’ertesi günün okul olması dolayısıyla annelerin ‘’ödevlerini bitir, banyonu yap! ’’ diye bağırıp durduğu ve bir yandan da sobanın üzerinde kurutmaya çalıştığı önlükleri ütülemeye koyulduğu; evden, babanın izlediği maç seslerinin eksilmediği; eski Amerikan kovboy filmleri izlemenin bu ritüelin bir parçası haline geldiği; çok uyunan, çok yenilen, çok oturulan; çocuk hafızalarına genellikle bol aileli, bol grili, bol ödevli ve bol kasvetli haliyle yer etmiş, haftanın yedi gününden en tuhadır ‘’pazar’’. Sartre’nin ‘’bulantı’’ diye ifade ettiklerinden biridir haftanın bugünü…
‘’Bugün Pazar.’’diye başlar o da ‘’Bulantı’’ adlı eşsiz eserinin yetmişinci sayfasının ikinci paragrafına. ‘’Bugün Pazar. Dokların boylarında, garın yakınında, kentin çevresinde, bomboş hangarlar ve karanlığın içinde kıpırdamadan duran makineler var. Bütün evlerde erkekler, pencere ardında traş oluyor ve başlarını arkaya doğru eğiyorlar. Bir karşılarındaki aynaya, bir soğuk gökyüzüne bakıp havanın güzel olup olmayacağını kestirmeye çalışıyorlar.’’ ‘’(…)bütün mağazalarda kepenkler indirilmiş. Birazdan, hiç ses çıkarmaksızın, bu kara taburlar, ölü taklidi yapan sokakları kaplayacaklar.’’ Pazar günü kendimizi en çok bulduğumuz yerlerden biri de sinemadır kuşkusuz. Bakın Pazar günlerinin sinema ‘ayinleri’ni nasıl tasvir ediyor Sartre: ‘’Eldorado Sinemasının zili, berrak havada çınlıyor. Güpegündüz duyulan bu zil sesi, Pazar gününün alışılmış gürültülerindendir. Yeşil duvarlar boyunca yüzden fazla insan kuyruk yapıyor. Tatlı karanlılar, gevşemeler ve kapıp koyuvermeler saatini tutkuyla bekliyor.(…) Boş bir istek bu, ne yapsalar içlerinde bir şey kasılıp duracak. Çünkü Pazar günlerinin boşa gitmesinden korkup duruyorlar. Birazdan her Pazar olduğu gibi, hayal kırıklığına uğrayacaklar.’’ (Sartre, 2011: 83) Çünkü diyor Sartre, ‘’’Yüzlerindeki çizgileri, göz kenarlarındaki kırışıklıkları, haftalık çalışmanın verdiği acı yorgunlukları ortadan kaldırmak için bir tek gün vardı ellerinde, tek bir gün. Dakikaların ellerinden kayıp gittiğini duyuyorlardı. Pazartesi sabahı evden çıkmak için gerekli gücü toplayacak zamanı bulacaklar mıydı acaba?‘’(Sartre, 2011: 86)

Bu tablo bana, oldum olası dünyanın en acıklı hali olarak görünür. Beni yakından tanıyanlar, pazarlardan nasıl ölesiye nefret ediyor olduğumu iyi bilir. Ama elbette bu duygumu şekillendiren nefretin moderniteyle, modern yaşamın gündelik hayat algısıyla, kapitalizmin insan yaşamı, çalışma- dinlenme- boş zaman algısı yaratma üzerindeki tahakkümünden kaynaklı olduğunu fark edişim sonraki bir süreçtir. İnsanların çalışma zamanlarında bile daha özgür olduğunu düşünürüm hep haftanın söz konusu olan günü Pazar olduğunda; daha mutlu, daha özgüvenli… Çünkü modern insan, boş zaman karşısında eli ayağına dolaşan, ne yapacağını, gününü neyle dolduracağını bilemeyen insan anlamına geliyor bir bakıma. Russell’in da ‘’Aylaklığa Övgü’’de dile getirdiği gibi ‘’ Boş vaktin, akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur’’. (Russell, 2008: 17) Kendinin farkında olmayan, makineleşmiş modern çağ insanı, tatilinin de pazar ekonomisi tarafından şekillenmiş olduğunun farkına varmamak için yegane boş günü olan bu gününü de ağzına kadar tıka basa doldurmak isteğiyle yanıp tutuşuyor; çünkü neden sürü halinde sinema kapıları önünde birikildiğini, Avm’lerin devasa koridorlarında, vitrin önlerinde bu insanların neyi arayıp duruyor olduğunu düşünmeye, neden illa bugün dinlenmek, eğlenmek, bir şeyler yapıp kendini bugününü ziyan etmemiş olduğuna inandırmak zorunda olduğunu anlamaya başladığı an, her şeyin büyüsünün bir anda kaçıvereceğini biliyor içten içe ve kendiyle bir saniye olsun baş başa kalmamak adına elinden geleni ardına koymuyor. Bu içler acısı tabloya bakarak bulantı yaşayan Sartre ise ‘’Dinlenip duran şu acıklı insanlar arasında, kaskatı ve taptaze duran gövdemi ne yapacağımı bilemiyorum.’’diyor. (Sartre, 2011: 87)
Sanırım, tüm söyleninleri en iyi özetleyen cümleyi yine Russell’in satırları arasından bulup çıkarabiliriz: ’’Boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı kadar, beyinsel zevk de göz önünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması gerektir.’’ (Russell, 2008: 32)
Her hafta, tekrar tekrar, hem ünlemle, hem de soru işaretiyle biten aynı cümle dönüp duruyor beynimde; Bugün günlerden neden Pazar?!
Tüm insanlığa ‘’iyi pazarlar’’…


Gülşah KÖKSAL\ HINIS

Kaynaklar
Özlü, Tezer., 2010, Çocukluğun Soğuk Geceleri, İstanbul, YKY
Russell, Bertrand, 2008, Aylaklığa Övgü, (Çev: Mete Ergin), İstanbul, Cem Yay.
Sartre, J., P., 2011, Bulantı, (Çev: Selahattin Hilav), İstanbul, Can Yay.


15 Kasım 2014 Cumartesi

BU GÜN DE BENDEN OLSUN


Çok şey yapmanız gereken bir günde, hiçbir şey yapmamayı seçtiğinizde nasıl hissedersiniz kendinizi? Ben fevkalade mutlu olabilenlerdenim… Masanın üzerinde okunmaya bekleyen bir sürü yazılı kağıdı, puanlanmayı beklemeyen performans ödevleri, okul müdürümün iki ay önce söylediği ama hala yapmaya bile yeltenmediğim klüp ve rehberlik raporları; ‘’öncelikli okunacak olanlar’’, diye ayırdığım kitap yığınağı, kardeş okul olarak seçtiğimiz okula yazılacak mailler vs vs vs…

Her şey, ama her şey benim keyfimin yerine gelmesini bekliyor yapmam için, ve ben pis bir sırıtışla ‘’bu gün değil…’’ diyerek bir kez daha mutlu oluyorum böyle zamanlarda. Bu, yaşamımın iktidarında, tüm kararların alışında ‘’ben varım’’ duygusunu tekrardan yaşamama imkan veren özel anlardan biri olup çıkıyor her defasında. Böylesi günlere hep başka bir kararla uyanarak başlıyorum; dikkatimi çeken şeylerden biri bu.  Örneğin; boş günüm olan bugünde temizlik yapacaktım gönlümce… Sonra, markete gidecek ve eksik olan olmayan ne varsa raflardan toplayıp eve getirecektim. Yapılması gereken birkaç telefon görüşmesini yapacak ve rahatlayacaktım üzerimdeki yüklerden birinden daha kurtulduğum için. Yeni ev sahibim de kira sözleşmesini yapmak için bekliyor olacaktı ‘’bugün’’ beni.

Tanrım, dünya benim etrafımda dönüyor sanki!! Nedir bu yoğunluk, bu anlamsız telaş! Neyin nesi bu kargaşa? Bu kadar önemli olmamalıyım; ben kendi halinde yaşayan bir insanken, nereden çıkıyor bu ajanda dolusu randevu, görev, sorumluluk? ‘’Rahaaat bırakııınnn beniiii’’ diye sessiz attığım bir çığlık oluveriyor her şeyi bir kenara fırlatıp atıp yeniden yatağa girdiğim, duşa sığındım, ya da alakasız bir romanın sayfaları arasında salak salak mutlu olduğumu görmekten büyük keyif aldığıma inandığım zamanlar. Ama, çalan telefonla birazdan kira sözleşmesini yapmak için arkadaşımın da benimle geleceğini, yoksa bu sözleşmenin hiçbir zaman imzalanamayacağını, zaten beş gibi de ehliyet kursunda ‘’motor’’ dersine girmek zorunda olduğumuzu öğreniyorum.

Sözleşmelerden de, motorlardan da, araba kullanmak zorunda olmaktan da nefret ediyorum ben!!! Neden bu kadar umurunda değil benim isteklerim yaşamın? Neden bir kez de ne yapmak istiyor olduğumuz sorulmuyor bizlere? Motor dersi dinlemem neden Dunkel’in klasik bir Amerikan romanı olan ‘’Her Kadın Bir Rus Şaire Aşık Olur’’ adlı kitabından daha değerli olabiliyor…  Saatler boyu kahve içip içip kitabın sayfalarında arasında pinekleme özgürlüğümü elimden alma hakkını neden ve niçin vermeliyim sürücü kursu yönetimime, ya da yeni ev sahibime… ?! Neden kimse anlamıyor; ben yaşamımı ıssız bir adadaymışımcasına devam ettirmek istiyorum! Okumak, okumak, okumak, yazmak, kahve içmek ve anlamsız anlamsız yatakta bir o yana bir bu yana dönmek istiyorum! Ömrümün yalnızca bana ait olan zamanını kendi tasarrufuma almak ve gönlümce kullanmak istiyor olmam neden bu kadar büyük bir çılgınlık olarak kabul ediliyor?

Oblomov’u tanıyanınız var mı? Hani, şu İvan Gançorov’un tuğla kalınlığında ama tek nefeste okunabilen ‘’tembellik’’ üzerine yazdığı romanın kahramanı. Utanmadan, sıkılmadan, yüksek bir perdeden  ‘’aslında ben bir Oblomov’um!!!’’ diyebilmek neden bu kadar zor modern(!) çağda…? İnsanlar neden bu kadar ‘’zaman’’ denilen cenderede sıkışıp sıkışıp duruyor tüm yaşamı boyunca? Eski, kapitalizm öncesi dönemleri özlemle andığınız oluyor mu hiç sizin de? Mesai yok, zaman yok, kol saati herkese bir pranga gibi geçirilmemiş henüz; sevdiklerinle zaman geçirmek ile işinde daha çok başarılı olmak arasında bir ikilem doğurulmamış insanlığın algısında. Okumak zorunda olduğun kitap sayısı sınırlı; ömrünle yarışmak zorunda kalmayacağın kadar az ama öz kitap var piyasada. Ya da yok; önüne bir kitap gibi açılmış duran doğa var. Okuyorsun çıplak gözlerinle…. Işık kirliliği silikleştirmiyor yıldızların parıltısını; toprağa verdiğinde sırtını, tüm yıldızlar yüzünü okuşuyor gibi bir duyguyla evrenin gizemlerini çözme arzusu uyanıyor yüreğinde. Servis, metrobüs, benzin, vergi, elektrik doğalgaz telefon internet kablolu tv kredi kartı okul taksiti atm btm eft vs vs vs gibi saçmalıklardan eser yok zihninde. Öss, Ygs, Dms, Kpss, Üds, Kpds, Sbs gibi işkence araçlarına hiç maruz kalmamış bir beyninle görmeye çalışyorsun evreni. Aşk, sevgi, dostluk, vefa, özlem, ölüm, vicdan henüz kirlenmemişken nasıl yaşardı insanlar acaba? Parasız aşk, parasız saadet, parasız vefa, parasız özlem nasıl yaşanırdı Lidya’lılardan önce?

Ne kadar derinden acılar çekiyoruz, siz de fark ettiniz mi durup soluklanma şansı bulduğunuz zamanlarda?

05.06.2012

GÜLŞAH KÖKSAL/ HINIS

YAŞAMA UĞRAŞI...

Cesare Pavese’nin 1935 ile 1950 yılları arası (intiharına kadar) tuttuğu günlüğe verdiği ad. Yaşamı uğraş ve yorgunluktan başka bir şey olarak görmeyen ünlü bir şairin intiharla sonuçlanan öyküsünün an an izini sürdüğünüz, bilgece ifadelerin çokça yer tuttuğu, insanı sarsan, hırpalayan, duygularını zorlayan bir kitap….
1937ile başlayan bölümün ilk cümlesi şu: ‘’Yanlışlar hep başlangıçlarla ilgilidir.’’

Dört kelimeden oluşan derin bir cümle… Derin, çünkü hepimiz buna benzer bir duyguya kapılmışızdır zaman zaman. Sonunu göre göre çıktığımız yolun başlangıcındaki duyguları görmezden gelmeye çalışarak yaparız ilk yanlışı. Çocukça bir inatla, omuz silke silke yaşama, ‘’bana ne, yaşamak istiyorum bunu’’ der, ve sonunda üzülecek olduğumuzu bile bile ama görmezden gelerek çıkarız tüm benliğimizle yola. Sonra… ‘’Tahmin etmiştim bunu’’, demeye bile dilimiz varmaz. Kendimizi nereye saklayacağımızı, gözümüzün önünden kendimizi nasıl kaybedeceğimizi bilemez hale geliriz.

Neden, insan sonunu en başından beri gördüğü yanlışın üzerine gözlerini sımsıkı kapayarak gider? Yaşamdan bir sürpriz bekleme inadından mıdır bu; "ya bu sefer farklı olursa!" beklentisi içerisine girmişliğimizden midir? Yoksa geçmişten ders alamamışlığımızla mı ilgili?

Bir sonraki paragrafıysa şöyle; ‘’Bir erkek, eğer hadım değilse, her kadınla kendini tatmin edebilir. Oysa kadınlar kolay kolay elde edemezler bu özgürlük veren mutluluğu; hiç değilse, her erkekle, çoğu zaman da sevdikleri erkekle ve özellikle onu sevdikleri için gerçekleştiremezler bu mutluluğu. Bunu bir kere tattılar mı da, başka bir şey düşünmezler ve bu zevk anına duydukları haklı özlem yüzünden hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmez duruma gelirler. Sürüklenirler buna. Hayatın temel trajedisi de budur.’’  Erkek, başta kadını arzulayanken, arzunun zamanla azalmaya başladığını hisseden kadının hırçınlığına mı gönderme yapmakta burada Pavese, tam olarak çözümleyebilmiş değilim ama, haklılık payının –özellikle de paragrafın ilk kısmı için-  oldukça yüksek olduğu kanaatindeyim.

Ve bir sonraki paragraftan; ‘’Evlenmeye değer kadınlar bir erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır. Ama daha korkunç olanı şudur; yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi.’’

Alakasız gibi görünen iki satırın peşpeşe gelmiş olmasının tesadüften öte bir durum olduğu aşikar…  Dışa dönük, duygularını rahatça ifade edebilen, yaşama sevinci dolu insanlardan çoğunun yalnız bir yaşam sürüyor olmasının tesadüf olmamasının altında yatan nedeni, birkaç kelimeyle özetleme başarısı göstermiş yazar burada. Günümüz çağdaş, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, akıllı, çekici, kültürlü, entelektüel düzeyi yüksek kadınının en büyük problemi toplumun kendisine ‘’bu kadarı da fazla ama’’ der gibi bakıyor olması sanırım. Erkeklerin hayran olduğu ama eş olamadığı bu tip kadınlar bereket versinki her geçen gün sayıca artmakta dünyada. Gelişmemiş ülkelerdeki erkeklerin evlenme oranlarının diğerlerine göre yüksek olmasındaki en büyük etken de, hala ağzı var dili yok, hanım hanımcık, içlerinin sevinçten, mutluluktan coştuğu anlarda bile bunu dudağının kenarında biriken küçük bir tebessümle geçiştirebilecek kudrette yetiştirilmiş ‘’kızlarımızın’’ aile içi üretimine devam ediliyor olmasıdır.

Paragraftaki ikinci cümle, elbette yalnızca karşı cins ilişkileri söylenmiş değil. Cool, burjuva, burnu havada tiplerin, arkadaş sohbetlerinde baş köşelerde yer alma nedeninin gerçek bir tespitidir aynı zamanda. Karşısındakinin tatmin olma düzeyini kestiremeyen kişi, tekrar tekrar bu tipleri ortamlarında görmek ister, çünkü amacına ulaşamamışlığın kamçısına maruzdur benliği. Donuk, mutsuz, soğuk tiplerin sıcacık insanlardan daha güvenilir ve daha vazgeçilmez oluşlarının altında yatan da budur belki.

Ve, ‘’Derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını anlamakla insan çocukluktan kurtulur.’’,  diyerek geliyor sayfanın sonuna. Bir sayfanın bu kadar derin ifadeleri taşıyabileceğine çok nadir şahit oldum okurluk yaşamım boyunca. Olabiliyormuş…

Derdini söyleyenlerin bile derman bulamadığı bir çağda, Pavese’nin söylediklerine kulak vermekte, daha az üzülmek adına, fayda var diye düşünüyorum.



10.05.2012 Hınıs
Gülşah KÖKSAL


FACEBOOK- FÜRUZAN- TURGAY

Son zamanlarda yakın çevremin entelektüel kesiminden facebook üzerine benzer eleştiriler duymaya başladım. Bahsettiğim insanların hemen hepsi facebook üzerine aynı görüştelerdi;  ‘’sıkıcı, vakit kaybettirici, anlamsız, çocuksu, gittikçe saçmalaşan bir edim’’.

Aslında, bu konuda olduğu gibi, diğer tüm eleştiri ya da yakınlık unsurlarında aynı şey çarpıyor göze; insanlar , sahip oldukları materyallerden ne istediklerini kestirememiş olamamanın sıkıntısındalar. Psikolojideki ‘’bilinç’’ ve ‘’işleve takılma’’ kavramları geliyor bu durumda aklıma. Bir sosyal paylaşım ağından anladığınız şey yalnızca insanlarla günibirlik iletişim kurmaksa, zaman içerisinde bayağılaşmaya yüz tutan muhabbetler elbette sizi ortamdan soğutacak bir unsura dönüşecektir. Ama yok, amacınız bu ortamdan bilgi ve haber almaksa, doğru adreslerle kontak kurabilme şansınız da olmuşsa, o zaman facebook sizin gün içerisinde birkaç kez isteyerek ve hatta heyecanla girdiğiniz, haber okuyup yorum yapabileceğiniz, size düşünce yapınızdaki insanlara ulaşabilme şansı veren bir fırsata dönüşebilir. Ben ikinci kategoridekilerdenim.

Orada tanışma fırsatı bulduklarından aklıma ilk olarak gelenlerden; İsmail, İsmet, Turgay, Rafet Bey, Neşe Hanım… Ve ismini zikretmediğim onlarca isim… Ne çok değer kattılar yaşamıma, yüzlerini bir kez dahi görmemiş olduğum halde. En yakınımda olanlarla bulamadığım duygudaşlığı, bilgidaşlığı, öfkedaşlığı yaşayabildiğim insanlar haline geldiler kısacık zamanlarda. Biri Bingöl, biri Sivas, İstanbul, Khöln’deyken, nasıl tanıyabilirdim onları bu kadar yakından başka? Birikimlerine nasıl ortak olabilirdim Doğu Anadolu’nun en ücrasında mahsur kalmışken?

Bu yazıya oturma nedenim de, facebooktaki bir kitap paylaşım sayfasında tesadüfen denk geldiğim tanıtım yazısıyla başlayan, yaşama dair küçük ama içerik olarak büyük bir anektot aktarmak sizlere.

Radikal Kitap’ın 2010 yılına ait bir kitap tanıtım yazısından alıntı paylaşılmıştı bahsi geçen sayfada. Füruzan’ın 47’liler adlı kitabının tanıtım yazısı… Birçoğumuzun öykülerini yakinen bildiği, ülkenin yetiştirdiği en değerli edebiyatçılarından biri olan Füruzan’nın roman yazımına dair bir fikrim olmadığından olacak, merakla okumaya başladım bu paylaşımı. 61 anayasası sonrası gelişmeleri yaşayan Erzurumlu bir ailenin öyküsünden bahseden roman, o an okuyacaklarım listesindeki yerini almıştı bile. Yazıyı okuyup bitirdikten hemen sonra, bu sayfanın editörlerinden olan değerli dostum Turgay aradı ‘’Taksimde bir sahaftayım, istediğin bir kitabın adını söyler misin, bakayım.’’,dedi.  Turgay’la da dostluğumuzun pekişmesini bahsettiğim sosyal paylaşım ortamına borçluyduk aslında. Kitap iki gün sonra elimdeydi. Yanına eklenmiş dört kitapla birlikte.

Emineydi baş kahraman… Annesi babası öğretmen, kardeşlerinin ortancası olan, Erzurum’un muhafazakar ama bir o kadar insancıl atmosferinde ilk çocukluğunu ve ergenliğini yaşayıp daha sonra tayinle Ankara’ya taşınan;  küçük burjuva geleneğine sıkı sıkıya bağlı büyütülmeye çalışıldıkça direnen,  ailesi ve çevresi tarafından hep biraz asi, hep hırçın, hep tuhaf algılanan, ama içindeki insan sevgisi ve haksızlığa tahammülsüzlüğünün onu bulunduğu bu noktaya taşıdığını yalnızca kendisi fark eden, namıdeğer  68 kuşağının 47 doğumlularından Emine… 

 Füruzanın toplumsal, siyasal, ekonomik sorunların tamamına ne kadar hakim ve duyarlı olduğunu görüyorsunuz okurken; çocuk eğitiminden kadının özgürlüğü sorunsalına, cumhuriyet aydınlığının iki yüzlü tutumundan toplumsal yozlaşamaya, eğitim sisteminin yaratmaya çalıştığı apolitik, vurdumduymaz, sönük ve silik karakterlerden Anadolu insanının bilgeliğine, ekonomik değişimler ve sermayenin güçlenmesi adına gençliğin nasıl gözden çıkarıldığına; evlilik, bekaret, feminizm tartışmalarına; cezaevlerinde yaşanılan orantısız güç kullanımı ve işkencelerin kişiler üzerinde yarattığı tahribattan Almanya’ya giden işçilerin yaşadığı süreçlere, Nazilere, ırkçılığa, emperyalizme kadar, yirminci yüzyılda tartışılan ve hali hazırda tartışılmakta olan ne varsa bulabiliyorsunuz olay örgüsü içerisinde. Beş yüz küsür sayfalık devasa kitap eriyip gidiveriyor ellerinizin arasında. Her zaman denk gelemiyorsunuz böylesi akıcı ve sürükleyici anlatımlara. Bu anlamda büyük bir özlemi giderdi bende bu muhteşem yapıt.

Hem ufak bir tavsiyede bulunmak, hem de ifade etmeye çalıştığım gibi, popülerlik kazanan her şeyi kötü, halkın yoğunlaştığı alanları bir anda ‘’bayağı’’ ilan etmek anlamlı olmaktan uzak bir tutum olsa gerek. Bu ülkede ‘’aydın’’ geçinenlerin en büyük handikapı da bu tutumu benimsemiş olması değil mi zaten? Ben, sosyal ortamından uzakta yaşamaya çalışanlar için özellikle, pahabiçilmez bir imkan olarak görüyorum bu paylaşım sitesini. İşleve takılmadan kullanmayı, önüne çıkan her fırsatta öğrenmeyi öncelikli ilke edinenleri önemsiyor ve asıl saygıyı onlara duyuyorum; burjuvaca, yaygınlaşan her şeye burun kıvıranlara değil…

09.05.2012 Hınız

Gülşah KÖKSAL

KALABALIK, YALNIZLIK VE Flâneur

Tarım toplumundan üretim toplumuna, ardından tüketim toplumuna doğru geçişle birlikte kentler yeni anlamlar yüklenmeye başladı. Yeni anlamlarla birlikte yeni gerçeklikler, yeni yaşam biçimleri ve yeni kavramlar eş zamanlı olarak ortaya çıkmış oldu..

Nüfusun kent merkezlerine doğru yönelmesiyle birlikte, alışveriş yapmak, eğlenmek, dinlenmek, gezinmek isteyen insanlar kendilerini caddelerde, ardında pasajlarda ve onun devamı niteliğinde olan alışveriş merkezlerinde bulur oldu.

Günümüz alışveriş merkezlerinin atası sayılan pasajların ilki olan  Palais Royal, 1780’de Paris’te inşa edildi. Bu yeni yapı, kentteki-gösteri odaklı kalabalıkta yer alan modern tüketiciliğin köklerini içermede bir sembol niteliğindeydi. Burada pazar, toplum ve şehrin kalabalığı gösteriye odaklanmaktaydı. İçeride iş, tüketim, eğlence, politika ve bilgi arasında doğrudan bir bağlantı söz konusuydu.

Pasajlar, caddeyle içmekan arası bir yapı olarak tasarlandı. Karanlığın insanların evlerine erkenden dönmesine engel olmak için ilk gaz lambalarının kullandığı yerler olarak tarihteki yerini aldı. Bu buluş sayesinde kalabalık, bu iç-mekanlarda daha fazla kalabilecek, daha çok alışveriş yapıp, düzenlenen pasaj içi etkinliklerinde daha uzun yer alabilecekti.

Flaneur, bu yeni eko-mimari yapının yarattığı kişidir. ‘’Aylak aylak gezen’’ anlamına gelen bu sözcüğü  ilk kez Baudlaire, daha başka bir anlamda, ‘’kalabalığı şiir için malzeme olarak kullanan bir insan (erkek-şair)’’ olarak kullanmıştır. O’na göre flaneur; kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilen ve kendini evinde gibi hissetmenin rahatlığını duyan kişidir.. Flaneur, günümüz avmlerinde boş boş gezinen, etrafına ve vitrinlere bakıp duran; vakit dolduran- vakit öldüren, dinlenen-eğlenen-tüketen bireyden ayrılır; çünkü onun tek amacı insanları gözlemek, hareketleri ve davranışları irdelemektir. Kurt Borchard da , 19.yy pasajlarında dolaşan bireye flaneur denilebileceğini, ama günümüzün alışveriş merkezindekilerin Las Vegas gibi tüketim metropollerini ve alışveriş merkezlerini ‘’sahte flaneur”ların mekânları olarak nitelendirebileceğimizi söyler.
  Flaneur, tüketime katılmaktan ziyade, müşteriler için pasaj içinde oluşturulan imkanlardan yararlanır, hem de sonuna kadar… ‘’Onun gözünde emaye kaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi duvar süsüdür; duvarlar not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete kulübeleri kitaplıklarıdır; kafelerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır.’’ (Pasajlar s.131)

 İçinde bulunduğumuz dünya, Benjamin’in tabiriyle artık ‘’gözün kulağa üstün geldiği’’ bir yerdir. Toplu taşıma araçlarının ortaya çıkışıyla ilk kez deneyimlemek zorunda kalmıştır insan bu durumu: bir yolculuk boyunca  insanlar dakikalarca yüz yüze durmak zorundadır  ancak konuşmama kuralı imzalanmış gibidir aralarında. Oysa kaçamak bakışmalar, incelemeler hiçbir zaman ortadan kaldıralamamıştır. Aksine, insanlar her görüntüye bir anlam yüklemeye; insanları kıyafetleri, taşıdıkları eşyaların markaları yahut fiziksel özelliklerine göre ayırmayı, ait olduğu sosyo ekonomik sınıfı kestirebilmeyi istemsiz bir davranış halinde yaşamaya devam etmiştir. Bu davranışlar ‘’kayıtsız bir duruş’’ sergilenerek kamufle edilmeye çalışılmaktadır. Bizler bugün otobüste, metroda, duraklarda yanındaki kişiyle sohbet etmeye çalışan teyzelere, amcalara rastlamaktayız. Toplum olarak modern dünyaya entegre etmeyi başaramadığımız(!) bu tarz insanların kayıtsızlığı öğrenememiş olmaları, gözün kendilerine sunduklarından daha fazlasını arzu ediyor olmaları dünyanın en rahatsız edici durumu gibi görünmektedir birçoklarımızın gözüne. Sadece ‘bakıyor’ olmak; yan yana  ya da karşı karşıya oturup ‘’konuşmuyor olmak’’; bunlar yeni  durumlardır insanlık için. Kişinin sahibi olduğu bir iç sesin varlığını gerektirir. Foucault bu durumla ilgili düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: ‘’Sakin sakin keyif çatmak, işçiyi neredeyse bitkin düşürür. Oturduğu ev bulutsuz bir göğün altında istediği kadar yeşilliklere bürünmüş, çiçek kokularıyla dolmuş ve kuş cıvıltılarıyla canlanmış olsun- işçi, yapacak işi yoksa eğer, yalnızlığın çekici yanlarına kapalı kalır. Ama uzaklardaki bir fabrikadan tiz bir düdük sesi kulağına gelmeye görsün, makinelerin tekdüze takırtısını duymayagörsün, yüzü hemen aydınlanıverir… Nefis çiçek kokularını artık duymaz olur.’’ (Pasajlar, s.132)

Baudlaire’ye göre bir zenginliktir kalabalık. Yine o, insanın saklanıp kaybolabileceği yegane sığınaktır da. Ve, kalabalık içersinde var olabilmek için yalnızlığı alabildiğine iyi tanımak ve onu yaşamın bir parçası haline getirmek gerekir. Baudlaire bu düşüncesini,  Paris Sıkıntısı adlı eserinde; ’’Çokluk, tekliktir: Etkin ve doğurgan bir şairin kaleminde birbirine eşit şeyler. Yalnızlığını doldurmayı bilmeyen, arı kovanı gibi işleyen bir kalabalıkta yalnız olmayı da bilmez.’’(s.47), şeklinde ifade eder. Yine, ‘’Herkesin harcı değildir kalabalıkla yıkanmak: Bir sanattır kalabalıktan hoşlanmak; bazı insanlar vardır, bir peri, daha beşikte iken, kılıktan kılığa girmenin, kalabalığa karışıp yüzünü maskeyle gizletmenin zevkini, eve duyulan kini ve yolculuk tutkusunu üfler kulaklarına, işte yalnız o kişi gerçekleştirir kaynaşmayı insanlık hesabına’’ der bir başka cümlesinde. Kötülük Çiçekleri ve Paris Sıkıntısı gibi eserlerini pasajlarda geçirdiği uzun saatlerden sonra kaleme aldığını söyleyen Baudlaire gibi, Dickens  de yazmak ve yaratmak için kalabalığa gereksinim duyuyor olduğunu, kalabalığın bulunmadığı ortamlarda yazmaya çalıştığında ‘’ kahramanlarının hareket edemiyor.’’olduğunu hissettiğini dile getirir.

Kalabalığı bu denli önemseyen, ve (şiir) yazmak için onu olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kabul eden  Baudlaire ‘’Gecenin Bir Saati’’adlı bir düzyazı-şiirinde ‘’ Çok şükür! Kendimleyim! Gecikmiş ve bitkin birkaç faytonun tekerlek sesinden başka ses yok. Çok şükür! İnsan yüzünün zorbalığından kurtuldum, şimdi artık yalnızca kendime katlanacağım.  Çok şükür! Yoğun karanlıklar banyosunda dinlenmeme izin verildi.’’diye dile getirir bu defa duygularını. (Paris Sıkıntısı s.47) ‘’Kalabalıkla yıkanmak’’ ve ‘’karanlığın banyosunda dinlenmek’’, bir ve aynı şeyidir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘’çokluk teklik’’ demektir onun için.


Baudlaire, C., Paris Sıkıntısı, 2001, Çev: Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Klasikleri
Benjamin, W.,  Pasajlar, 2012, Çev: Ahmet Cemal, YKY
Benjamin, W., Son Bakışta Aşk, 2012, Çev: Nurdan Gürbilek, Metis

Gülşah KÖKSAL ÇEKİCİ
24.01.2014