30 Aralık 2014 Salı
Var-ma
Varıldıkça tükeniyor yollar,
yolculular,
ülkeler, uzaklar.
Arzular, özlemler tükeniyor
sevgiliye yaklaşınca,
dudaklar tene kavuşunca.
Çoğalıyoruz sandıkça,
yaşadıkça
azalıyor, tükeniyor, yok oluyor
eriyoruz
sabun misali
gün gün
an an
yaşamın kolları arasında.
Gülşah Köksal
29.12.2014
Foça
25 Aralık 2014 Perşembe
KÜTÜPHANE SAHİPLERİ BİLİR…
Kitaplar, bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla
dolu mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır onları tutkuyla sevenler için;
nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize
girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekanları
bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel
köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en
iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar,
bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder.
Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde
durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler
onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil,
kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.
Bir okur olarak
ben, kitaplarımla hep aynı mekanda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta
uyumak- isteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma
cevap verebilecek imkan ve büyüklükte değildi, ve başkalarının çok kolaylıkla
giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben,
tavana değin uzanan rafları olan bir
kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde
bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana,
kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca
etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi
konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.
Diğer
evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse,
onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha
çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji,
edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile
okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık
derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da
davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne
şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak
felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri
daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık,
çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch,
Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone,
Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol
Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun
istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz filozof G. Berkeley gibi ben de, insan
bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi
geliyorum, bilmiyorum ama, benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir
arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair
inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı
ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı… Oldukları yerlerden memnun kalsınlar,
rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara
alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları
sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin
kişileriyle raflarda da birlikte
olmalarını sağlamaya çalışıyorum, yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de,
Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında
Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir
yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de
sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok
olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine
çok yakıştırıyor, yanyana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum
için, zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip
görüyor, ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri
noktasında oldukça hassas davranıyorum.( Berkeley’in ‘’biz yokken eşyalar,
kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?’’, diye sorması
gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet
etmeye başlıyorlar mıdır ?,’’, merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini
kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım. )
Düşünsenize,
ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız
Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan
bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi,
benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo,
Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz,
onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e,
Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer;
Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni
izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş
gözlerle ‘’ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz
diye soruyor yanında başka bir dangalağa… Çaldığım parçalar duygulandırıyor
bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor
mesela… Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka
yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp
gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı
sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim
düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir…
W.
Benjamin’nin kütüphanesini görüp, her okurun maruz kaldığı, ‘’bunların hepsini
okudunuz mu?’’sorusuna verdiği cevap çok manidar: ‘’Kitaplar sadece okunmak
için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.’’ Bu cümleyle, pek çok kitap
kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana, burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor
düşünür; benim ‘’kitap ruhu’’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma:
Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan
bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği ‘’biz biraz da, onlarla
‘’yaşamak’’ istiyoruz’’dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla,
koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: ‘’Olsun, elimin altında
bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun’’, diye aldığımız kitapların ruhunu
istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını;
tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı…
Rene
Descartes, ‘’İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet
etmek gibidir.’’, der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara
bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan
ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘’dostun
yüzünü’’ görüyoruz.
Ne demek
istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla
birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.
Hepinize bol
kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum….
Gülşah
KÖKSAL
25.12.2014
FOÇA
16 Aralık 2014 Salı
MAKAS
Midemi bulandırıyor bu dünya, her an
Bu yollar, yolculuklar, koşuşturmalar,
bir yerlere varmaya çalışmalar
Kurallar, kuralsızlıklar, yönetmelikler, yasalar
Anayasalar, babayasalar, tasarılar, taslaklar,
Iş yerleri, müdürler,,patronlar,
Emirler, ricalar,
Aşklar, ayrılıklar
Giyinikler, çıplaklar
Akıllılar, aptallar
Şefkatliler, zalimler, zindanlar
Evler, eşyalar, peyzajlar
Kafeler, barlar, lokantalar
Şehirler, ülkeler, anakaralar
Meydanlar
Sloganlar
Pankartlar,
Bayramlar,
Bayraklar
Bayraklar ve sınırlar
Gümrükler, gişeler
Vizeler, pasaportlar ,
Geçişler, gelişler, dönüşler,
Ergenler
Hanımlar
Beyefendiler
Bebekler
Modernler,
Çiçekler, sinekler, böcekler
Defterler, kalemler, mürekkepler,
Doğumlar, ölümler, öldürülmeler,
Silahlar, toplar, tanklar, tüfekler
Gözyaşları, ağıtlar, matemler,
Kulağımdan, gözümden, tenimden geçip
beynime ulaşan
hemen her şey
bozuk bir yemek nasıl alt üst ediyorsa
midemi,
öyle perişan ediyor her an
her saniye
benliğimi.
Bu bozulmuş
Bu amacını yitirmiş
Gözü dönmüş
Kirlenmiş, kirletirmiş dünyada
Cesedimle kalacak olmak bile
Ölmekten daha çok rahatsız ediyor
Düşüncemi.
Doğmamış olmayı istemek, senin asıl derdin bu aslında, diyorum bir anda,
Yatılmış bir uykudan uyanırcasına
İrkilip bulduğum cevapla
Sıçrıyor, doğruluyorum ve diyorum ki;
Bir kez, varolmuş olma hükmünü giymiş,
ve dahası, bunu idrak da etmiş,
kurtuluşun yollarını aramaya başlamış olmakla -başlıyor asıl trajedimiz.
Bunu söylüyorum kendime, her defasında
Bu bulantı krizinin mevcudiyetimi
her nişan alışında.
Kusamıyorum yaşamı.
Sesleri, renkleri, görüntüleri
Dönen dolapları, söylenen yalanları
Oynanan oyunları
kusup çıkaramıyorum,
Çıkarıp atamıyorum içimden.
Zehirleniyorum.
Zehirlenerek ölüyorum her saniye,
biliyor, müdahale edemiyorum..
Ölümü seyrediyorum gözlerimle,
Yokluğa yürüşüyüşümü, adım adım .
Zamanın bir makasa dönüşüşünü,
saçlarımdan ayak parmaklarıma doğru,
ruhuma doğru yürüyüşünü,
pırtık pırtık edişini beni,
parçalar halinde keşişini,,
Yok edişini izliyorum beni
Zaman adlı o keskin makasın
Gülşah Köksal
16/12/2014
Foça
4 Aralık 2014 Perşembe
Okur olmak...
Enis Batur, bundan böyle, roman yazmanın beyhude bir yaratım olduğunu dile getirir. Bununla söylemek istediği, yazılmış onca çığır açıcı romana yönelip, onlarda derinleşmemiz gerektiği düşüncesi olabilir.
Öte yandan, kendisi de bir roman yazıp yayımlatmıştır bu yıl içerisinde. Tam kendisine yakışır bir romandır bu bence. Buram buram "Batur" duruşu kokan bir roman. An an, onun kitaplar, okur olmak, ilişkiler, kadın-erkek-aile üzerine düşündüğü her şeyi takip edebildiğiniz, içten, samimi, "kitap kokan" bir roman.
O romanın bir bölümünde Batur, bunaldığı ve kendisinden kaçmak istediği bir an yaşatır kahramana. (Bana kalırsa, o yine kendisidir.) Ve, kahraman, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için tek bir şeye ihtiyac duyduğunu ifade eder; ofiste kalmış olan, Musil'in Niteliksiz Adam'ına...
Bu an, aynı zamanda, benim de nefessiz kaldığım andı. "Iyileşmek için "yalnızca" bir kitaba ihtiyaç duyuyor olmak, onun da Niteliksiz Adam olması...
Bu, bir kişinin satırlarında kendini okumak gibiydi benim için o an.
"(...) Musil'e gereksinme duymuştum o noktada, birilerini aramaya ya da çıkıp bir yürüyüş yaparak kafamdaki kalın sisi dağıtmaya hayır, yaralı ruhuma tek iyi gelecek şeyin bu olduğundan hiç şüphem yoktu"(s.47)
Bu, duygu benzerliğini Batur, yine aynı roman içinde şöyle açıklamaktaydı:
"Kitap mecnunu bir tür evrensel ademdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar. Farklı hareket etmeye bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz."
Benim şaşkınlığımın cevabı buradadır.
O devam eder ortak yönlerden bahsetmeye: "Dilini hiç tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin."
Burada kendini "yakalanmış" gibi hissedeceğinize eminim:
"Gece yürüyüşlerine çıktıklarında, ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın, yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikayesini kurmaya koyulurlar."
Pencere zemin kattaysa? Ne yaparız?
Onu da hemen Batur'dan dinleyelim:
23 Kasım 2014 Pazar
Dağ Güvercini Olmak
Evcilleştirilemeyen bir güvercin türüdür dağ güvercini.
Kimsenin elinden beslenmez. Asla tutsak
edilemez, edilse de yaşamaz, ölür. Evcil bir güvercinle karşılaşırsa, onu da
kendine benzetir.
Asidir. Tek başınadır her daim. Minnetsizdir.
Aslında, bu asi karakter yapısı biraz da onun doğum öyküsüyle ilintilidir. Dünyaya gelir gelmez, ebeveynleri tarafından doğaya bırakılır dağ güvercini. El yordamıyla öğrenir yaşamı, yapayalnız… Anne babası, her şeyi doğadır. Kimseye minnet duymayışı bundandır, doğanın kendisine verdikleriyle yetinişi de.
Dağlarda yaşar.
Diğer güvercin türlerinin özlemlerine rastlanmaz onun dünyasında.
“Biri yemimi versin, barınacak bir yerim olsun da, varsın tutsak olayım.”,
demez. Belki de onun “gerçek bir yaşama” sahip olduğunu fark ettiğinden evcil
güvercinler, karşılaştıkları an takılıp gidiverirler peşinden.. Bundan ötürü de
korkulu rüyasıdır dağ güvercinleri , evcil güvercin sahiplerinin. Cezbedicidir
başına buyrukluğu. Bilir bunu onlar da. Uzak tutarlar kafesleri bu “zararlı”
canlılardan…
İnsanın “bireyselleşmiş”, “kendini bulmuş” olanı da böyle değil midir? Korkulan, uzak durulan, tehlikeli bulunan, nefret edilen değil midir toplumun kendisine benzetemediği kişiler de? J. Fowles “Koleksiyoncu” adlı eserinde tam da bu gerçekliğe dikkat çeker ve isyan edercesine şunları haykırır kağıdın yüzüne;
“Her canlı, yaratıcı ve vicdanlı kişinin çevresindeki bayağılığın kurbanı olması neden? Çünkü hepimizden nefret ediyorlar. Farklı olduğumuz için, onlar olmadığımız için, onlar bizler olamadıkları için, nefret ediyorlar. Bize işkence ediyorlar, bizi dışlıyorlar, bize hakaret ediyorlar. Kendi gözlerini bağlıyor ve kulaklarını tıkıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Kalın kafalı ve küçük olmaktan utanç duymayan bütün kalın kafalı ve küçük insanlardan nefret ediyorum.”
Ortega Y. Gasset ise, bunun zaten böyle olması gerektiğini, “insanın, bireyselliğini kendini topluluğa düşman, geleneğe karşıt olduğu oranda keşfettiğini” söyler “Tarihsel Bunalım ve İnsan” adlı kitabında; “çünkü” der, “bireycilik ile geleneğe karşıtlık tek ve aynı ruhsal güçtür.”
Gülşah KÖKSAL
23.11.2014
İZMİR
22 Kasım 2014 Cumartesi
“ROMANTİK AŞK” VE MODERNİZM
Biraz da filmler üzerine konuşalım istedim…
Geçenlerde izlediğim ‘’Aşka Yolculuk’’ adlı film,
Anthony Giddens’in okumakta olduğum ‘’Modernliğin Sonuçları’’ adlı kitabında
bahsettiği ‘’romantik aşk’’ kavramının tipik bir örneğini simgeliyor olması
açısından özellikle ilgi çekici geldi bana. Film özetle şöyle:
‘’Erkek arkadaşının dört
yıldan beri ona evlilik teklif etmemesi üzerine Anna, kadınların erkeklere
Şubat'ın 29'unda evlenme teklif edebildiği bir İrlanda geleneğinden esinlenip
ipleri ele almaya karar verir. Evlilik teklifi için erkek arkadaşı Jeremy'nin
arkasından onu Dublin'e kadar takip edecektir; fakat kötü hava koşulları
yüzünden yolda kalır. Dublin'e gidebilmesi için taşra ahalisinden Declan,
Anna'ya yardım eder. Öykü ya, Anna, yolda Declan'a aşık olur.’’ Aşkta
tesadüflerin rolünü kim yadsıyabilir…
Declan nasıl bir karakteri
simgeler? Kaba, umursamaz, pervasız ama çekici… Kendisine evlenme teklifi
etmesini beklediği erkek arkadaşı ise kariyer sahibi, ruhsuz, iş kolik, rasyonel
bir tiptir… Dikkati çeken şey, kadının, hayal kırıklıklarıyla dolu bir ilişki
yaşıyor olmasına karşın, bununla yüzleşmekten kaçınması ve bunu idealize ettiği
biçimiyle karşı tarafa aktarmaya çalışmasıdır. Kişi, neden böylesi anlamsız bir
çaba içerisine girer? Bunun aslında ‘’anlamsız’’ olmadığını, modern çağın
kişiyi buna iten bir atmosfer yarattığını görüyoruz. Bu bağlamda, Lawrence
Ston’nun ‘’romantik aşk’’ tanımlaması bize kimi ipuçları verebilir.
‘’Romantik aşk’’, diyor
Stone, ‘’dünyada kişinin tüm düzeylerde birleşebileceği yalnızca tek bir insan
olduğu düşüncesine gönderme yapar; aşık olunanın kişiliği o denli idealize
edilir ki, insan doğasından kaynaklanan olağan yanlışlar ve aptallıklar
görülmez olur; aşk sanki bir yıldırım çarpmasıdır ve ilk görüşte insanı
etkiler; aşk onun uğruna diğer tüm kaygılardan, özellikle de maddi kaygılardan
vazgeçilmesi gereken, dünyadaki en önemli şeydir; ve son olarak da dizginleri,
ortaya çıkan davranışların başkalarına ne denli abartılı ve saçma
görülebileceğine bakılmaksızın, kişisel duyguların güdümüne vermektir ve bu çok
değerli bir tutumdur.’’ Giddens’in yorumunu okuyoruz peşi sıra; ‘’Bu biçimde
karakterize edildiğinde romantik aşk, neredeyse hiçbir zaman bütün olarak
gerçekleştirilemeyecek bir değerler kümesini kapsar.’’
Declan’la karşılaşana
kadar, ilişkiyi, samimiyeti ve içtenliği belli kalıplar içerisinde yaşaması
gerektiği bilgisine sahip, tersi bir durumla karşılaşmadığı için de bu
yapaylığı olağan sanan; mutsuzluğunun kaynağını tam da bu noktada değil, başka
şeylerde ya da kendinde arayan Anna’nın tüm değer yargıları alabora olur.
‘’Romantik aşk’’ ile ‘’gerçek aşkı’’n Anna’nın yüreğinde başlayan savaşına
şahit oluruz bundan sonra…Tesadüfen tanıştığı erkeğin rahat ve kayıtsız
tavırları şaşkına çevirir onu; modern çağ erkeğinin kasıntılarından eser yoktur
karşısında ve şaşkınlık yerini, kendisi görmezden gelmeye ve yolculuğu bir an
önce tamamlayıp erkek arkadaşına ulaşmaya çalışıyor olsa da, çoktan kendisini
aşka bırakmıştır bile…
Anne babalarının aşkına,
ilişkisine, kararlılığına imrenmeyen, onlara öykünmeyen ve kendi yaşamını
onlarınkiyle kıyaslamadan edemeyen var mı içinizde? Onların içtenliği ve riyasızlığından
başka ne çekiyor olabilir ki bizi? Kaprissiz, doğrudan, çırılçıplak sergilenen
duyguların bu kadar ender bulunuşu günümüzde, yokluğu insanlığı derin bir
huzursuzluğa ve kapkara bir mutsuzluğa götürüyor olduğu halde, ne ile
açıklanabilir? Modernite kavramıyla açıklıyor sosyologlar. Ya siz? Siz nasıl
bir açıklama getiriyorsunuz yaşadıklarınıza? Kaçınız hesapsızca güven
duyabiliyorsunuz yaşadığınız aşkın gücüne, saflığına, doğallığına,
yarınlılığına? Kaçınız, duygularınızı alarma geçiremiyor olduğu halde,
yanınızdaki insanla, kabul gören bir ilişki (!) kurmuşluğunuzu bahane ederek
(aynı meslekteniz, zengin, yıllardır evliyiz, kariyer sahibi, ailemin istediği
özelliklerde gibi) içiniz yana yana, ama kendinizi mecbur hissettiğiniz için
birlikteliğinizin su sızdıran taraflarını sürekli yamamaya çalışmıyorsunuz? Ve
kaçınız bu durumu kendinizden ve çevrenizden saklamaya devam etmiyorsunuz?
Karşımıza doğallığı, rahatlı, içtenliğiyle davranan bir insan çıkıp da ‘’evet,
işte bu tarz bir insanla olmalıyım’’ dediğiniz an ne olacak? O yalan, hangi
bedelleri ödeyerek yaşamaya devam ettirilecek?
‘’Romantik aşk’’ mı,
‘’gerçek aşk’’ mı? Ya da seçtiğimiz aşksızlık mı?
Aşka Yolculuk... Güzel filmdi.
Aşka Yolculuk... Güzel filmdi.
Gülşah KÖKSAL
İZMİR
19 Kasım 2014 Çarşamba
CADI AVI VE KAPİTALİZM
‘’Modern çağın başlangıcında yüz binlerce ‘’cadı’’nın idamı
ve kadınlara karşı yürütülen bir savaş ile kapitalizmin yükselişinin aynı
zamana denk gelmesi nasıl açıklanabilir?’’
Silvia Federici’ye göre ‘’cadılara uygulanan zulmün hangi
özel tarihsel koşullar altında mümkün olabildiği ve kapitalizmin yükselişinin
kadınlara karşı soykırıma varan saldırılara ihtiyaç duymasının nedenleri hiç
incelenmemiştir.’’
Tarımsal kapitalizm, toprakta özel mülkiyet anlayışını
getirerek kırsaldaki halkın yoksullaşma sürecini başlattığında buna en büyük
tepkiyi kadınlar göstermişlerdir. Bu sürece ‘’çitleme’’ adı verilir ki, bu
duruma savaş açanların başında yine kadınlarının olduğunu görürüz. Federici’nin verdiği örneklerden biri şöyle “
1608’de kırk kadın Waddingham’da çevrilen bir alanın ‘’çitlerini yıkmaya’’
gitti ve 1609’da Dunchurch’taki bir monarda ‘’aralarında evli kadınların,
dulların, bekar yaşlı kadınların ve genç kızların çitleri yıkmak ve hendekleri
kapatmak üzere bir gece toplandı. Yine York’ta, Mayıs 1624’te kadınlar
çitlenmiş bir alanı yerle bir etti ve bu yüzden hapse atıldı. Bunlar, hayatları
tehdit edildiğinde, kadınların ellerinde direnler ve tırpanlarla toprakların
çitlerle çevrilmesine ya da çayırların boşaltılmasına direndikleri örneklerden
yalnızca bir kaçıdır.(1).
Topraklar kaybedildiğinde, en büyük zararı yine kadınlar
görüyor, göçmen işçi ya da sokaklarda başıboş dolaşan serseri olmaları daha zor
olduğundan, en büyük tepkiler kadınlardan geliyordu. Topraksız kalan köylü,
emeğini ücret karşılığında satmaya başlar başlamaz parasal manipülasyon yoluyla
reel ücretler düşürüldü ve yiyecek fiyatları yükselmeye başladı. 1565 Eylül’ünde Antwerp’te, ‘’yoksullar
sokaklarda açlıktan ölürken,’’ bir depo, içine doldurulan tahılın
ağırlığı yüzünden çökmüştü.(Hackett Fischer 1996: 88) Yükselen fiyatların
altında en çok ezilenler deyine kadınlardı. İşte bu yüzden, ikincil statülerine
rağmen, yiyecek fiyatları arttığında ya da tahıl stoklarının ilçeden
taşındığına dair dedikodular yayılınca hemen sokaklara çıkanlar da kadınlar
olmuştur. 1652 yılında ‘’sabahın erken saatlerinde, yoksul bir mahallede, bir
kadın kucağında açlıktan ölen çocuğuyla ağlayarak sokakları arşınlamasıyla’’
başlayan Cordoba isyanında olan şey tam da buydu.(2)
16.yy’ın ortalarına
gelindiğinde vatandaşların sayısının bir ulusun zenginliğini belirlediği fikri
bir aksiyom haline gelmiştir. Fransız politik düşünür ve demonolog Jean Bodin,
‘’Çok fazla tebaaya ya da çok fazla vatandaşa sahip olmaktan asla
korkulmamalıdır, ne de olsa bir devletin gücünü oluşturan insandır’’, diye
belirtir. 4.Henry’nin ‘’bir kralın gücü ve zenginliği vatandaşlarının sayısına
ve refahına bağlıdır’’ sözü bu çağın nüfusla ilgili görüşlerinin adeta özetini
verir.(3) Buna bağlı olarak, iş gücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak
aileye yeni bir önem verilmeye başlandı. Bu gelişmelere eş zamanlı olarak,
nüfus sayımlarının başladığını, ve devletin cinselliğin, doğurganlığın ve aile
hayatının denetimine müdahale ettiğini görürüz.(4)Bu gelişme kadınlar açıdan
tarihsel bağlamda oldukça kritiktir, çünkü toplumsal ve siyasal bir karar
olarak ortaya konulan şey, kadının doğurganlığının devlet denetimine girmesi,
kadının birincil görevinin çocuk doğurması anlamına indirgenmesi, doğumun
kontrolünü kadının elinden alıp kendi dışındaki güçlere teslim edilmesi; yine
kadının ekonomik ve siyasal kararlara müdahalesinin önlenmesiyle birlikte, toplumun dışında kalmasına ve bir “çocuk
üreticis” konumuna itilmesine yol açmıştır.
Bu sürecin öncesinde kadınlar, şifalı otları bilen,
hastalık, istenmeyen gebelik gibi durumlarda bunları kullanabilecek bilgiye ve
donanıma sahipken, devletin doğum teşviki ve kurumsal olarak bunun izini sürme
kararı alışıyla birlikte, bebeğinin ölümüne sebebiyet veren ya da gebeliğinin sonlanmasına kendi kendine
karar veren kadınların cezalandırılması yoluna gidilmiş, ilk cadı avı süreci de
bu şekilde başlamıştır.
17.yyda ise kadının
itibarsızlaştırılma mücadelesine girişildiğine ve toplumsal olan tüm alanlardan
birer birer uzaklaştırıldığına şahit olmaktayız. Örneğin kadınlar Fransa’da
‘’gerizekalı’’ ilan edilerek sözleşme yapma ve mahkemede kendilerini temsil
etme haklarını kaybetmişlerdir. Alman kadınların yalnız başlarına ya da başka
kadınlarla birlikte, yoksulsalar aileleriyle birlikte yaşamaları bile
yasaklandı, çünkü bu şekilde münasip bir şekilde denetlenemeyecekleri
düşünülüyordu. Akdeniz ülkelerinde kadınlar ücretli mesleklerinin yanı sıra
sokaklardan da kovuldu. Sokaklarda yalnız başına dolaşan bir kadın, alaylara ve
cinsel saldırılara maruz kalma riskiyle karşı karşıyaydı. İngiliz kadınlarının
evlerinin önünde oturmaları kınanır, kadın arkadaşlarıyla fazla vakit
geçirmemeleri salık verilir oldu (aynı dönemde kadın arkadaş anlamına gelen
‘’dedikodu’’ kelimesi aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başladı.) Hatta
kadınların evlendikten sonra ailelerini sık sık ziyaret etmemeleri
öğütleniyordu.(5) Nüfusun azalışının kadının ev içi emeğinin teşvik edilmesini
gerektirdiği Meksika ve Peru’da, İspanyol otoriteleri tarafından, yerli kadınların
elinden otonomileri alan erkek yakınlarına onlar üzerinde daha çok iktidar
tanıyan yeni bir cinsel hiyerarşi kuruldu. Yeni kanunlar uyarınca, evli
kadınlar erkeklerin mülkü haline geldi ve geleneklerinin tersine erkeklerin
evlerine yerleşmek zorunda bırakıldılar.(6) Yine kadınlar için geleneksel bir
meslek olan ebelik, kilise tarafından eğitim almayan kişilere yasak hale
getirildi, bu da eğitim alma hakkı bulunmayan kadınının tıp alanından
dışlanması anlamına geliyordu. Bu şekilde de 14- 17yy arasında tıbbın erkek
egemenliğindeki bir meslek haline geldiği görülüyor. Kilise hem gerçek bir
korkuya kapıldığı için, hem de var olan korku ve saldırganlık duygularını
kanalize etmek için ebeleri ve bilge kadınları hedef göstererek onları şeytanın
aletleri ve suç ortakları ilan etti.( Berktay 1991: 223
Ve ardından kadınların büyü yapma güçlerine karşı tüm erkler
tarafından geniş çaplı bir savaş başlatıldı.Çünkü, Francis Bacon’un da
söylediği gibi ‘’Büyü sanayiyi yok eder’’di. (Bacon 1870: 381) Bu konuda yine
Hobbes’e kulak verdiğimizde ‘’Batıl itikatlar ortadan kaldırıldığında,
insanların eskisine göre sivil itaate daha uygun hale gelecekler’’ dediğini
duyar ve kapitalizmin sözcüleri konumundaki bu insanların kadınlara rağmen
gelişmekte olan ekonomik sistem yararına toplumdaki kadın düşmanlığını
körükleyenler olduklarını görürüz. Cadı avı erkeklere kadınların güçlerinden
korkmayı öğreterek, kadın -erkek ayrımını derinleştirmiş ve kapitalist iş
disipliniyle uyuşmayan pratikleri inançlar ve toplumsal özneler dünyasını yok
ederek toplumsal yeniden üretimin esas unsurlarını yeniden tanımlamıştır. (236)
Buraya kadarki kısımdan da anlaşılacağı gibi, cadı avı ve kadının toplumda
itibarsızlaştırılması süreci, karanlık çağ olarak da ifadelendirilen
ortaçağlara değil, kapitalizmin varlığını ortaya koymaya başladığı 16 ve 17 yy’a
ait bir tarihsel olgudur.
Peki kimdir ‘’cadı’’olarak suçlananlar ve onları bu şekilde itham
edenler?
Ellerinden tek geçim kaynakları olan toprakları alınan
köylüler, göçmen işçiler, ücretli sanayi işçisi, ya da
işsizler ordusunun bir
üyesi olarak yaşamlarına devam ederken, kadınlar erkeklerin aldıkları ücretten
çok daha azına çalıştırılmaya başlanarak ekonomik alandan eve doğru bir itilişe
maruz bırakılmıştır. Arzu edilen şey de tam olarak budur zaten; kapitalist
sistemin iliğine kadar sömürdüğü, verdiği ücretle giderlerini kılı kılına
karşılayabildiği mutsuz, umutsuz ve endişeli
erkeği, evin sorunları ve ev içi
emekten uzaklaştırarak kendine daha verimli olacak modern köle ordusu
yarattığında, bunları teskin edecek kadınların her an yanlarında olmalarını
sağlamak… Kadın ve erkeğin toplumsal olarak birbirlerine yabancılaştırılması ve
ötekileştirilmesi sürecinin köklerine cadı avı denilen ‘’kadın nefreti’’ ve
‘’kadının gücüne olan korku’’fenomeninden ulaşmak mümkündür. Kendisi ve
çocukları aç kalan, dul, yaşlı, ya da ailesini kaybetmiş olanlar kadınlar, ev
ev gezerek kendilerine yiyecek istemeye başladıklarında, bu, toplumdaki
zenginler arasında kaygı ve endişe uyandırmaya başlar. Bu kadınların ölüm
cezası almalarını gerekli görenlerin suçlamalarından örnekler şu şekilde;
1566 yılında Chelmsford’da asılan Waterhouse Ana, biraz
ekmek ya da yağ dilendiği ve komşularının çoğuyla münakaşa ettiği anlatılan
‘’oldukça yoksul bir kadındı’’. Chelmsford cadılarından Elizabeth Francish,
azıcık eski maya vermeyi reddetti diye komşularından birini lanetlemiş, kadının
o günden beri kafasında inanılmaz bir acı peyda olmuştu. Staunton Ana, bir
komşusu kendisine maya vermeyi reddedince arkasını dönüp giderken ‘’şüphe
uyandıracak şekilde mırıldanmış, bunun üzerine komşusunun çocuğu şiddetli bir
hastalığa yakalanmıştı. 1582 yılında Osyth’te asılan Ursula Kemp kendisine
biraz peynir vermeyi reddeden bir Dükü topal etmiş; yine aynı şekilde biraz
temizlik malzemesi vermeyi reddetti Agnes Letherdale’nin çocuğunun poposunda
şişlik oluşmasına neden olmuştu.(Rosen 1969:76-119)
Rosen’in aktardığı örneklerden anlaşılabileceği gibi,
yoksul, alt tabaka insanlarının kendilerini rahatsız etmelerinden çekinenlere oynadıkları
kanlı ve acımasız bir oyundan başka bir şey değildir ‘’cadı avı’’. Yaşamak ve
ailesini yaşatabilmek için komşularından ve çevresinden yardım dilenen yoksul
sınıfı gözden kaybettirme ve sindirme, bunu da kadınlar üzerinden
gerçekleştirme politikası tüm iktidar güçlerinin el ele vermesi sayesinde
başarıya kavuştu. Kiliseye güvenip onun yolunu izlerlerse ebediyen bu şeytan
belasından ve onun temsil ettiği her şeyden kurtulabilirlerdi. Bunun için de bu
şaibeli kişiler ihbar edilecek olursa, kilise ve laik otoriteler elbirliği
yapıp onları yargılar ve ortadan kaldırırlardı. Böylece, zengin ve yoksul,
güçlü ve güçsüz, Protestan ve Katolik, gizli ya da açık bir şekilde işbirliği
yaparak, binlerce okumasız yazmasız köylü kadının işkence görmesinde ve
öldürülmesinde suç ortalığı yapmıştır.(Berktay 1991:233)
Sonuç olarak;
kurulmaya çalışılan yeni ekonomik sistem uğruna, sağduyusuyla, oynanılan
toplumsal, siyasal, ekonomik oyunların ilk farkına varacaklardan olduğu
bilindiğinden, on binlerce kadın, asılsız suçlamalar ya da masum ve insani
talepleri bahane edilerek ortadan kaldırılmıştır.
Gülşah KÖKSAL
17.05.2012 Hınıs/ ERZURUM
BAHSİ GEÇEN ESERLER
1-Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Otonom Yay. 1.Basım 2012
2-Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yay. ,3.Basım 2010
3-Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere
Yay.,3.Basım1998
4-Sheila Rowbotham, Kadın Bilinci Erkek Dünyası , Payel
Yay., 1.Basım 1973
17 Kasım 2014 Pazartesi
Dilbilimci Derrida AKP'li mi?
“Kişinin uyanık
olması için gözlerinin açık olması yeterli değildir.”
Jacques
DERRİDA
Jacques Derrida, editörü
olan Catherine Malabou adlı arkadaşına 10 Mayıs 1997’de İstanbul’dan bir mektup
göndermiştir. YKY ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye
gelişinde kaleme aldığı bu mektupta Derrida’nın en çok üzerinde durduğu, kendisini
şaşkınlığa uğrattığını söylediği konu, Cumhuriyet döneminin Latin alfabesi
devrimidir… Yapı Kredi Yayınları’nın “Cogito” adlı üç aylık düşünce dergisinde
yayınlanan bu mektubu okurken, Derrida’nın gözünden Türkiye’yi ve İstanbul’u
ilk kez görüyormuş gibi olmanın heyecanını yaşadığımı söylemeden geçmek
istemem. Resmi ideolojinin küçük yaşlarımızdan itibaren yaşamımıza kazıdığı pek
çok şey, irade dışı eklenmiş olan düşünce dünyamızda öylece duruvermekte,
farkında bile olmaksızın savunduğumuz, koruduğumuz, değerli bulduğumuz yargılar
şeklinde var olmaya devam etmektedir. Ta ki, dışarıdan bir gözün ‘’neden?’ ve
‘’nasıl?’’ gibi sorularına maruz kalana dek… Bir dil felsefecisinin gözünden,
ülkede gerçekleştirilen alfabe devriminin, o dönem insanları üzerindeki
etkisini sorgulamak; geçmişe bakışımızı ve geleceğimize yansıyacak etkileri
üzerinde düşünmek ülke insanlarının önemli sorumluluklarından biri kuşkusuz…
İstanbul
Mektubu:
“(…) Sana Türkiye’den kart
atacağıma söz vermiştim Catherine. Fakat kuşkusuz bu bir mektup olacak, yine de
posta kartı tonunda ve ritminde yazıyorum.
Aslında
hep düşündüğüm tek şeydir bu, ki sen bunu bir semptom olarak okuyabilirsin:
benim ile birlikte seyahat yolum. Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu
durumda, Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini
(transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları
alfabelerini düşünüyorum. Kısa bir zaman önce, senin de tanıdığın o yetenekli
kahraman komutan K. A’nın, ‘’modern zamanlar’’ın bu cüretkar, sarih, fakat
zalim kurtarıcısının, halkın modernliğin eşiğine taşıyan emirleriyle oldu bu.
“En route”, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da tramvatik! Bizde
böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı
sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve
dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu “coup de la lettre” (harf
darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin
sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden
değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu
yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak
zorundadır.”
Bu
cümleler Derrida’nın mektubundan… Bu ünlü yapı-sökümcü düşünür, başka bir
ülkenin vatandaşı ve yeni karşılaştığı bir durum üzerine, empatik bir biçimde
soru sorarak yaklaşıyor: ‘’Ya bize de yarın böyle bir emir gelecek olsaydı?’’.
Resmi ideolojinin bize oluşum gerekçelerini arda arda sıralayarak doğruluğu ve
gerekliliği konusunda ikna ettiği bir durum, bir düşünürün ifadelerinde bu
şekliyle yer alıyor. Ve ardından ekliyor; ‘’ bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi
dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır’’; yani, bu duruma maruz
kalan birey artık ‘dilinin efendisi’ konumundan olmaktan çok uzaktadır. Devam
ediyor Derrida:
“(…) özellikle de kamusal
alanlarda’modernleştirici’ K. A dimdik yükseliyor. Hep ayakta dururken temsil
ediliyor bildiğin gibi, ama Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile,
onu sevdiğinden çok emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikaye yüzünden ondan hala
nefret etmiyorlar mı? (görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin
kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü) Kanımca, Türkler ona saygı
duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da beddua ediyorlar. Üstelik sadece
Müslümanlar da değil! Tabii eğer yine bunları ben uydurmuyorsam.”
(Cogito, 2006; 20, 21)
Dikenli
cümlelerle dolu bu alıntı, sanırım birçok okuru şu an rahatsız eder durumdadır.
Ama burada yine Derrida’nın kendiyle olan konuşmasını ne şekilde yürüttüğünü
yine ‘kendine’ yaptığı bir açıklamasından alıntılamak istiyorum; “Her
zaman olduğu gibi burada da ‘halk’la ve de bu harf değişikliğinin ruh göçünü
yeniden tasarlamış olan, böyle bir kararı verebilen ve uygulamayı başaran
‘birey’le özdeşleşmeye çalışıyorum. Her an onları düşünüyorum, ama sanki rüya
görüyormuşum gibi.Ve, Türkiye’de
bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk
olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymiş gibi onu
kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum.” (Cogito, 2006; 23)
Mektubun ortalarında Derrida, eleştiri dozunu biraz daha artırarak düşüncelerini
ifade etmeye devam ediyor ve başka (kendi, çocukluğu, anne-babası, seyahat
kavramı, bellek vb.) konular üzerine düşünce üretmeye devam ediyor. (Mektup
başlı başına ‘Kemalizm eleştirisi’ olarak algılanmasın diye bu açıklamam.)
Evet, şöyle devam ediyor Derrida birkaç sayfa sonra konuya tekrar dönerek: ‘’Türkiye’ye
bu ilk gelişimi anlatmaktan tamamen acizim. Bu işin yüzlerce cilt ve yeni bir
dilin icadını gerektirmesi karşısında ezilmekteyim. O halde, düpedüz
sapkınlıktan, cahil ön yargılarımı doğrulamak için kendimi sadece bir
açıklamayla, politik bir ‘metonimi’yle sınırlandıracağım; başlarken söylemiş
olduğum gibi, buraya ayak bastığımdan beri saplantılı bir halde, yeni yazı
şeklini halka dayatma kararı aldığında yakışıklı Kemal Atatürk’ün aklından
neler geçtiğini düşünüyorum: ‘’Tamamdır, herkes iş başına, her şey halledildi,
artık yeni bir alfabemiz var! Yeni harflerimizle yola koyulabiliriz!’’ Modern
kültüre geçiş bahanesiyle insanlar bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz
hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu, kişinin ülkesini kim bilir hangi
serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama
belki de tek yolu, bellek yitimidir! Farklı yazmayı öğrenmek, yayımlanmayacak
bir mektup yazmak ( bu ama öteki değil, tamamen eşsiz ama ödünç alınmış görünen
bir mektup). Üstelik kırbaç zoruyla ve çağın diktatörlüğü altında, keyfi gibi
görünen bir disiplinin baskısı altında, yine de yaptıkları için dünyadaki en
iyi gerekçeleri her zaman sıralayabilen bir bir baskı altında. Bir şeyin olması
için dönüşü olmayan bir çıkışın (sortie) gerçekleşmesi için zorunlu ve kötücül
bir koşul, bir makineleşme değil mi bu? Kim bilir?’’ (Cogito, 2006:
27)
Düşüncelerine,
diline, kalemine, resmi ideoloji ya da militarist düzen tarafından pranga
vurulmamış bir ‘’düşünür’ün atalarımla kurmuş olduğu empatik düşüncenin
karşısında en az sizler kadar ben de şaşkınlığa uğradım. (Burada sadece
‘’şaşkınlığa uğramış olan siz’’leri kastediyorum.) Bunu ondan daha önce benim
neden yapmayı hiç düşünmemiş olduğumu sorgularken buldum kendimi, ve bu yazı
ortaya çıktı. Bu yazı bir giriş olsun Derrida’nın ‘’harf darbesi’’ olarak
nitelendirdiği olguya , devamını bir sonraki yazıda getirelim… (Bu sayede biraz
daha düşünme fırsatımız olsun Derrida’nın kendine sorduğu soruları.)
Düşünce ve umutla…
Düşünce ve umutla…
Kaynak; Cogito, DERRİDA: Yaşamı Yeniden Düşünmek, sayı: 47- 48 Yaz-Güz, 2006, Özel Sayı
Gülşah KÖKSAL
16 Kasım 2014 Pazar
SİMON de BEAUVOİR
Simon de Beauvoir… Dünya
onun sesine ‘’İkinci Cins’’ adlı
kitabıyla ilk kez ciddi bir biçimde kulak vermiş olsa da, O yazarlığa ilk
adımını 1943’te yayınlanan ‘’Konuk Kız’’adlı romanıyla atmıştır. Fransız bir
ailenin asi kızıdır Simon. 1908 yılında doğmuş, verdiği büyük mücadeleler
sonucu öğrenimine, felsefe öğrencisi olarak devam etmiş bir ‘’Sorbon’’ludur.
Sartre ile burada kesişir yolları. Ve bir daha da ayrılmaz. Bir daha ayrılmaz
dediğimize bakmayın, aslında bizim algı dünyamızda olan bir birliktelik
değildir onlarınki. Öğrenciyken örneğin, yan yana olan iki oda kiralarlar ama
asla aynı odada kalmazlar; ‘’birlikte uyuyup uyandığımızda, ya da, her anı aynı
mekanda geçirmeye başladığımızda
mahremiyetimize gölge düşebilir’’ diye. Birbirlerini sürekli besleyen
iki akarsu kolu gibidir yaşamları.
Sartre’nin zekası, ilk fark ettiği andan
itibaren gözlerini kamaştırmaya başlamıştır Simon’un. Ve bu izlenim hep bir
gerçeklik olarak kalmıştır onda. Simon, bir dönem için Amerika’ya gitmiş, orada
ünlü bir profesör olan Nelson Algren’le aşk yaşamış, 1954 yılında layık
görüldüğü Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü bu isme itaf
etmiş,mektuplaşmalarını kitap olarak yayımlamış, ama bu ve benzeri ilgi
kaymalarının bile Sartre ile olan bağlarını zayıflatmasına izin vermemiştir.
Sartre de bu zaman içerisinde başkalarına karşı heyecan duyduğunu itiraf
etmiştir. İkisi de bu süreçlerin ilişkilerini zayıflatan değil, aksine güçlendiren
bir süreç olarak kabul etmişlerdir.
Simon, kadınların 17. Yy’dan beri zaman zaman yoğun ama sürekli şekilde devam eden kadınlık
hakları ve cinsler arası eşitlik konularını ele alıp İkinci Cins adıyla
yayımlamasından sonra, feminizm siyasi bir söyleme de eklemlenerek, tırmanışa
geçmiştir. Simon erkek düşmanı
söylemlerden farklı olarak ‘’asıl suçun kadınlarda’’ olduğu görüşünü cesurca
dile getirerek kadınları bile karşısına almıştır. Onu belki de diğer feminist
yazarlardan ayrı bir yere koymamızı gerektiren en önemli tarafı budur. ‘’Kadının en büyük özrü, varının yoğunun
evliliğe bağlanmış olmasıdır; uğraşı yoktur, yeteneği, kişisel ilişkileri
yoktur, hatta adı bile kendinin değildir; kısacası ancak kocasının
yarısıdır’’(İkinci Cins, II.Cilt, syf 104) Onun muhatap aldığı taraf erkek
değil, kadının ta kendisidir. Sisipos işkencesinden ağır ‘’hergün tekrarlanan
ve sonu gelmeyen ve hiçbir şey üretmeyen, kadri bilinmiyor diye söylenmekten
sonuçta bir cadolaza dönüştüren ev işi deliliğinden kurtulmaları gerektiğini
tekrarlar durur satırlarında. Okumaları, öğrenmeleri, kendilerinde varolan
yeteneklerinin izini sürmelerini ve ekonomik bağımsızlılarını bir an önce elde
edip yaşama daha güçlü bir insan olarak katılmalarının önemini ve gerekliliğini
vurgular. 20.yy’da bile dile getirilmesi cesaret isteyen şeylerdir bunlar. Onun tek arzusu aptal, zekadan yoksun,
varolabilmek için erkeğin(baba, ağabey, koca) varlığını mutlak gören bir kadın
algısının silinip yok olacağı inancını önce kadınların kendisine, sonra da tüm
dünyaya kabul ettirmektir. Bunu şu cümleleriyle destekler; ‘’Kocalarının
gidişine yürekten üzülen pek çok kadının, ondan sonra, büyük bir şaşkınlıkla
kendilerinde akıllarına bile getiremedikleri olanaklar keşfettiğini hepimiz
biliriz; işleri yönetir, çocukları yetiştirir, kimsenin yardımı olmaksızın
karar verir, çekip çevirirler. Kocalarının dönüşüyle de yine eski
beceriksizliklerine gömülürler.’’ (ags syf 94)
Kadınlarda yaratılan bu öğrenilmiş çaresizliğin tek amacı,
erkek egemen düzenin devamlılığının sağlanmak istenmesidir. Simon’un örneğinden de görülebileceği gibi, erkeğin bir
şekilde kadının yaşamından çıkmak durumunda kaldığı zamanlarda, onun çocuklar,
ev ekonomisi, ya da hayatı diğer alanlarda idame ettirme konusunda ne kadar
başarılı olabildiklerine hepimiz şahit olmuşuzdur. Balıkçılık, kamyon
şoförlüğü, çöpçülük yapan, ya da üst düzey bürokrat olan kadınlar gördüğümüzde
hala şaşırıyor olmamızın tek gerçek sebebi, patriarkal düzenin 21.yyda da aynı
cinssel ayrımına ve ikinci cins vurgusuna devam edebiliyor olmasıdır.
Simon feminizminin kadın yaklaşımına ben de büyük oranda
katılıyorum. Kadınlar ele geçebilecek fırsatları görmezden gelerek, güvenli ve
kolay olan evliliği tek kurtuluş yolu gördüğü, kendi düşün dünyasını harakete
geçirmek için çaba sarf etmediği, kocasını eline bakmak zorunda olan bir
zavallı gibi davrandığı sürece, kadınlar ‘’İkinci Cins’’ olarak algılanmaya
devam edeceklerdir...
01.04.2012
Gülşah KÖKSAL / Hınıs
SÖZCÜKLER
Ben hayatıma nasıl başladıysam öyle öleceğim kuşkusuz; hep
kitapların arasında(syf 37)
Böyle diyordu Sartre otobiyografik kitabı olan
‘’Sözcükler’’de. Onu lise felsefe derslerinin ‘’Varoluşçuluk’’ konusundan
tanıyoruz birçoğumuz. Bazılarımız bu kavramın sahibinin O olmadığını, 1813’te
Kopenhag’da doğan Kierkegaard’ın ilk kez
dile getirdiği varoluşçuluk felsefesini Marks’ın Hegel’in baş aşağı duran felsefesini ayakları üzerine
çevirmesi gibi çevirdiği, ve düşüncenin gerçek sahibini bile gölgede bırakacak
şekilde genişletip yeniden yapılandırdığı bilgisine de sahibiz. Bulantı, Duvar,
Yaşananmayan Zamanlar gibi kitaplarını birçoğumuz okuduk ya da okumuş kadar çok
şey duyduk haklarında. Peki, kaçımız Sartre’nin gerçek yaşam öyküsünden
haberdarız? Sartre’yi Sartre yapan
süreçlerin ne olduğunu kaçımız az çok da olsa biliyoruz?
Sartre’nin yaşamını, babasının erken yaşta ölümüne duyduğu
minnetle özetlemek mümkündür ‘’Sözcükler’’adlı kitabından yola çıkarak. Çok
küçüktür babası öldüğünde; annesiyle birlikte taşındıkları dede evinin büyük
maun raflardaki binlerce kitabın bulunduğu kütüphane karşılar onu tüm
merhametiyle. Anneanne, dede, ve dul bir annenin karanlık dünyasından kaçıp
sığındığı tek yerdir Sartre için burası.
Kitapların aydınlık dünyasında bulur kendini. Anlayamasa da tek tek eline
alıp inceler tüm kitapları.
Babası ‘’Jean-Bapiste’nin ölümü annemi zincirlerine
döndürmüş, beni ise özgürlüğüme kavuşturmuştu ‘‘, diye özetler bu süreci. ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu
kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya
çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük
haksızlık! Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti
beni. İyi ki genç yaşta öldü.’’,der
ısrarla. Siz, üzerinize boylu boyunca çöken ne varsa, onların muhakkak bir eril
yanı olduğunu fark ettiniz mi hiç Sartre kadar?
Din, devlet, okul, ordu, aile, mahkeme dendiğinde, babanızı anımsatan
bir şeyler canlanmaz mı yüreğinizde? Komut vermek ve komut almak süreci ne zaman
öğretilmeye başlanır bize? Ne zaman birer makine gibi davranışlar sergilemeye başlar
insanlar? Doğdukları anda mı? Toplumun eril yanı güçlendikçe şiddet, her
türüyle, daha da acımasızca geçirmiyor mu dişlerini yaşamımıza? İtaat denilen
olgu neden herkeste aynı biçimde yeşerip kök salmıyor benliklerde de,
birilerinin daha isyankar, birilerinin daha itaatkar olduğuna şahit oluyoruz?
En saf halimiz hangisidir sorunun cevabını yine Sartre’nin kendi üstben
çıkarsamasında bulabiliyoruz; ‘’Komut
vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. En otoriter kimse bile başkasının,
kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği
soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. Ben, bütün hayatım boyunca
gülmeden ve güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni, bende iktidar kanserinin
olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır’’ (syf 22)
İktidar kanserinin babalık kurumuyla kuşaktan kuşağa
aktarıldığı bir dünyada ezen ve ezilen sınıfların ortadan kalkamayacağı aşikar
olduğuna göre, belki de Sartre’nin dediği gibi çürümüş babalık bağlarının
yeniden sorgulanması ve ataerkil
yapılanmalar üzerine hepimizin yeni bir bakış açısıyla yürümesi ne derece
gerekli, yeterince açık sanırım. Gittiği parklarda çocuk oyunlarına kabul
edilmeyen, yaşıtlarından çokça kısa olmasından dolayı annesinin hep üzüntü
duyduğu, dedesinin odasındaki hayali kahramanlarla oynayarak büyüyen Sartre’nin
yaşamı belki iyi bir mesaj ulaştırıyordur insanlığa; çocuklarınızı özgür
bırakarak savaşsız, kimsenin kimseyi tahakkümüne alma hayali kurmadığı,
ezmediği, kendini ezdirmediği bir dünyaya kavuşulabilir. Mümkündür bu; ama
ancak anne, baba, öğretmen, komutan, dede gibi sıfatlarımızı sırtımızdan
çıkarıp atmakla…
Her yazının sonunda bir temenni cümlesi kurma ihtiyacı
duyuyorum ya; bu seferki de
‘’ Kimseye gülmeden emir veremeyeceğimiz günler özlemiyle’’
olsun…
Sevgiyle….
Gülşah KÖKSAL
30.03.2012 HINIS
BUGÜN GÜNLERDEN PAZAR...
Günlerden bugün Pazarsa, insanın kişisel bir kitaplığa sahip olması, o
kitaplıkta henüz okunmamış, sizin çekip oradan almanızı bekleyen çeşitli
türlerde kitapların bulunması; dilediğiniz bir zamanda, içinde bulunduğunuz
duygu durumuna göre kah bir romana uzanması elinizin, kah bir şiir kitabına ya
da üzerine çalıştığınız bir konuyla ilgili başka bir kaynağa… Başka türlü bir
mutluluktur okuma sevdalısı bir kişi için…
Günlerden ‘Pazar’sa, dünyanın geri kalanı gibi günün neredeyse yarısını
uyumaya feda etmemiş, ve günün anlam ve önemini (!) yaşam boyu bir türlü
içinize sindirememişseniz; gözünüz bu karmaşanın içerisinde ve çaresizce
kitaplığınıza yönelmişse, bir küçük mutluluk yaşayabilmek adına bir kitaptan
medet umar olduğunuzu duyumsamışsanız yine; size raflardan arasından göz kırpan
isim bir Balzac olmuşsa, sırtında ‘’Otuzunda Kadın’’ diye bir yazı taşıyor
olması dolayısıyla; ve dışarıdaki gri, yağmurlu, ruhunuza ve yaşadığınız
kasabaya melankoli pompalayan günlerden yorulmuşsanız; kitap ‘’Paris’’lilerin,
caddelerinde çamurun olmadığı ve gökyüzünü bulutsuz gördükleri güzel günler
vardır. İşte 1813 Nisan ayı başlarında bir sabah sabahı o günün böylesine güzel
günlerden biri olacağını haber veriyordu.’’gibi bir cümleyle başlamışsa,
yaşadığınız kasaba bir anda Paris oluverir insanın yüreğinde. Yolları çamursuz,
tertemiz, kupkuru olarak hayal etmeye, yaşama sevincini, kendini bir an
Paris’te gibi hissederek, yeniden avuçlarınız arasında hissetmeye başlarsınız…
İşte, böylesi zamanlarda ‘’bugün günlerden Balzac’’ olur, ve ‘’Otuzundaki
Kadın’’’la birlikte hem kendi gerçekliğiniz hem de dünya, bir başka görünmeye
başlar gözünüze…
Yine de, bütün bunlar size, günün ‘Pazar’ olduğu gerçeğini unutturmaz.
Sizin kendinizi bildiğiniz bileli nefretle karşıladığınız, Tezer Özlü’nün
‘’Çoculuğun Soğuk Geceleri’’ adlı kitabında ‘’ertesi günün okul olması
dolayısıyla annelerin ‘’ödevlerini bitir, banyonu yap! ’’ diye bağırıp durduğu
ve bir yandan da sobanın üzerinde kurutmaya çalıştığı önlükleri ütülemeye
koyulduğu; evden, babanın izlediği maç seslerinin eksilmediği; eski Amerikan
kovboy filmleri izlemenin bu ritüelin bir parçası haline geldiği; çok uyunan,
çok yenilen, çok oturulan; çocuk hafızalarına genellikle bol aileli, bol grili,
bol ödevli ve bol kasvetli haliyle yer etmiş, haftanın yedi gününden en tuhadır
‘’pazar’’. Sartre’nin ‘’bulantı’’ diye ifade ettiklerinden biridir haftanın
bugünü…
‘’Bugün Pazar.’’diye başlar o da ‘’Bulantı’’ adlı eşsiz eserinin yetmişinci
sayfasının ikinci paragrafına. ‘’Bugün Pazar. Dokların boylarında, garın
yakınında, kentin çevresinde, bomboş hangarlar ve karanlığın içinde
kıpırdamadan duran makineler var. Bütün evlerde erkekler, pencere ardında traş
oluyor ve başlarını arkaya doğru eğiyorlar. Bir karşılarındaki aynaya, bir
soğuk gökyüzüne bakıp havanın güzel olup olmayacağını kestirmeye
çalışıyorlar.’’ ‘’(…)bütün mağazalarda kepenkler indirilmiş. Birazdan, hiç ses
çıkarmaksızın, bu kara taburlar, ölü taklidi yapan sokakları kaplayacaklar.’’
Pazar günü kendimizi en çok bulduğumuz yerlerden biri de sinemadır kuşkusuz.
Bakın Pazar günlerinin sinema ‘ayinleri’ni nasıl tasvir ediyor Sartre:
‘’Eldorado Sinemasının zili, berrak havada çınlıyor. Güpegündüz duyulan bu zil
sesi, Pazar gününün alışılmış gürültülerindendir. Yeşil duvarlar boyunca yüzden
fazla insan kuyruk yapıyor. Tatlı karanlılar, gevşemeler ve kapıp koyuvermeler
saatini tutkuyla bekliyor.(…) Boş bir istek bu, ne yapsalar içlerinde bir şey
kasılıp duracak. Çünkü Pazar günlerinin boşa gitmesinden korkup duruyorlar.
Birazdan her Pazar olduğu gibi, hayal kırıklığına uğrayacaklar.’’ (Sartre,
2011: 83) Çünkü diyor Sartre, ‘’’Yüzlerindeki çizgileri, göz kenarlarındaki
kırışıklıkları, haftalık çalışmanın verdiği acı yorgunlukları ortadan kaldırmak
için bir tek gün vardı ellerinde, tek bir gün. Dakikaların ellerinden kayıp
gittiğini duyuyorlardı. Pazartesi sabahı evden çıkmak için gerekli gücü
toplayacak zamanı bulacaklar mıydı acaba?‘’(Sartre, 2011: 86)
Bu tablo bana, oldum olası dünyanın en acıklı hali olarak görünür. Beni
yakından tanıyanlar, pazarlardan nasıl ölesiye nefret ediyor olduğumu iyi
bilir. Ama elbette bu duygumu şekillendiren nefretin moderniteyle, modern
yaşamın gündelik hayat algısıyla, kapitalizmin insan yaşamı, çalışma- dinlenme-
boş zaman algısı yaratma üzerindeki tahakkümünden kaynaklı olduğunu fark edişim
sonraki bir süreçtir. İnsanların çalışma zamanlarında bile daha özgür olduğunu
düşünürüm hep haftanın söz konusu olan günü Pazar olduğunda; daha mutlu, daha
özgüvenli… Çünkü modern insan, boş zaman karşısında eli ayağına dolaşan, ne
yapacağını, gününü neyle dolduracağını bilemeyen insan anlamına geliyor bir
bakıma. Russell’in da ‘’Aylaklığa Övgü’’de dile getirdiği gibi ‘’ Boş vaktin,
akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur’’. (Russell, 2008: 17)
Kendinin farkında olmayan, makineleşmiş modern çağ insanı, tatilinin de pazar
ekonomisi tarafından şekillenmiş olduğunun farkına varmamak için yegane boş
günü olan bu gününü de ağzına kadar tıka basa doldurmak isteğiyle yanıp
tutuşuyor; çünkü neden sürü halinde sinema kapıları önünde birikildiğini,
Avm’lerin devasa koridorlarında, vitrin önlerinde bu insanların neyi arayıp
duruyor olduğunu düşünmeye, neden illa bugün dinlenmek, eğlenmek, bir şeyler
yapıp kendini bugününü ziyan etmemiş olduğuna inandırmak zorunda olduğunu
anlamaya başladığı an, her şeyin büyüsünün bir anda kaçıvereceğini biliyor
içten içe ve kendiyle bir saniye olsun baş başa kalmamak adına elinden geleni
ardına koymuyor. Bu içler acısı tabloya bakarak bulantı yaşayan Sartre ise
‘’Dinlenip duran şu acıklı insanlar arasında, kaskatı ve taptaze duran gövdemi
ne yapacağımı bilemiyorum.’’diyor. (Sartre, 2011: 87)
Sanırım, tüm söyleninleri en iyi özetleyen cümleyi yine Russell’in satırları
arasından bulup çıkarabiliriz: ’’Boş zamanı bulunan bir toplumun mutlu
olabilmesi için bu toplumun eğitilmiş, hem de teknik bilginin dolaysız yararı
kadar, beyinsel zevk de göz önünde bulundurularak eğitilmiş bir toplum olması
gerektir.’’ (Russell, 2008: 32)
Her hafta, tekrar tekrar, hem ünlemle, hem de soru işaretiyle biten aynı
cümle dönüp duruyor beynimde; Bugün günlerden neden Pazar?!
Tüm insanlığa ‘’iyi pazarlar’’…
Gülşah KÖKSAL\ HINIS
Kaynaklar
Özlü, Tezer., 2010, Çocukluğun Soğuk Geceleri, İstanbul, YKY
Russell, Bertrand, 2008, Aylaklığa Övgü, (Çev: Mete Ergin), İstanbul, Cem
Yay.
Sartre, J., P., 2011, Bulantı, (Çev: Selahattin Hilav), İstanbul, Can Yay.
15 Kasım 2014 Cumartesi
BU GÜN DE BENDEN OLSUN
Çok şey yapmanız gereken bir günde, hiçbir şey yapmamayı seçtiğinizde nasıl hissedersiniz kendinizi? Ben fevkalade mutlu olabilenlerdenim… Masanın üzerinde okunmaya bekleyen bir sürü yazılı kağıdı, puanlanmayı beklemeyen performans ödevleri, okul müdürümün iki ay önce söylediği ama hala yapmaya bile yeltenmediğim klüp ve rehberlik raporları; ‘’öncelikli okunacak olanlar’’, diye ayırdığım kitap yığınağı, kardeş okul olarak seçtiğimiz okula yazılacak mailler vs vs vs…
Her şey, ama her şey benim keyfimin yerine gelmesini bekliyor yapmam için, ve ben pis bir sırıtışla ‘’bu gün değil…’’ diyerek bir kez daha mutlu oluyorum böyle zamanlarda. Bu, yaşamımın iktidarında, tüm kararların alışında ‘’ben varım’’ duygusunu tekrardan yaşamama imkan veren özel anlardan biri olup çıkıyor her defasında. Böylesi günlere hep başka bir kararla uyanarak başlıyorum; dikkatimi çeken şeylerden biri bu. Örneğin; boş günüm olan bugünde temizlik yapacaktım gönlümce… Sonra, markete gidecek ve eksik olan olmayan ne varsa raflardan toplayıp eve getirecektim. Yapılması gereken birkaç telefon görüşmesini yapacak ve rahatlayacaktım üzerimdeki yüklerden birinden daha kurtulduğum için. Yeni ev sahibim de kira sözleşmesini yapmak için bekliyor olacaktı ‘’bugün’’ beni.
Tanrım, dünya benim etrafımda dönüyor sanki!! Nedir bu yoğunluk, bu anlamsız telaş! Neyin nesi bu kargaşa? Bu kadar önemli olmamalıyım; ben kendi halinde yaşayan bir insanken, nereden çıkıyor bu ajanda dolusu randevu, görev, sorumluluk? ‘’Rahaaat bırakııınnn beniiii’’ diye sessiz attığım bir çığlık oluveriyor her şeyi bir kenara fırlatıp atıp yeniden yatağa girdiğim, duşa sığındım, ya da alakasız bir romanın sayfaları arasında salak salak mutlu olduğumu görmekten büyük keyif aldığıma inandığım zamanlar. Ama, çalan telefonla birazdan kira sözleşmesini yapmak için arkadaşımın da benimle geleceğini, yoksa bu sözleşmenin hiçbir zaman imzalanamayacağını, zaten beş gibi de ehliyet kursunda ‘’motor’’ dersine girmek zorunda olduğumuzu öğreniyorum.
Sözleşmelerden de, motorlardan da, araba kullanmak zorunda olmaktan da nefret ediyorum ben!!! Neden bu kadar umurunda değil benim isteklerim yaşamın? Neden bir kez de ne yapmak istiyor olduğumuz sorulmuyor bizlere? Motor dersi dinlemem neden Dunkel’in klasik bir Amerikan romanı olan ‘’Her Kadın Bir Rus Şaire Aşık Olur’’ adlı kitabından daha değerli olabiliyor… Saatler boyu kahve içip içip kitabın sayfalarında arasında pinekleme özgürlüğümü elimden alma hakkını neden ve niçin vermeliyim sürücü kursu yönetimime, ya da yeni ev sahibime… ?! Neden kimse anlamıyor; ben yaşamımı ıssız bir adadaymışımcasına devam ettirmek istiyorum! Okumak, okumak, okumak, yazmak, kahve içmek ve anlamsız anlamsız yatakta bir o yana bir bu yana dönmek istiyorum! Ömrümün yalnızca bana ait olan zamanını kendi tasarrufuma almak ve gönlümce kullanmak istiyor olmam neden bu kadar büyük bir çılgınlık olarak kabul ediliyor?
Oblomov’u tanıyanınız var mı? Hani, şu İvan Gançorov’un
tuğla kalınlığında ama tek nefeste okunabilen ‘’tembellik’’ üzerine yazdığı
romanın kahramanı. Utanmadan, sıkılmadan, yüksek bir perdeden ‘’aslında ben bir Oblomov’um!!!’’ diyebilmek
neden bu kadar zor modern(!) çağda…? İnsanlar neden bu kadar ‘’zaman’’ denilen
cenderede sıkışıp sıkışıp duruyor tüm yaşamı boyunca? Eski, kapitalizm öncesi
dönemleri özlemle andığınız oluyor mu hiç sizin de? Mesai yok, zaman yok, kol
saati herkese bir pranga gibi geçirilmemiş henüz; sevdiklerinle zaman geçirmek
ile işinde daha çok başarılı olmak arasında bir ikilem doğurulmamış insanlığın
algısında. Okumak zorunda olduğun kitap sayısı sınırlı; ömrünle yarışmak
zorunda kalmayacağın kadar az ama öz kitap var piyasada. Ya da yok; önüne bir
kitap gibi açılmış duran doğa var. Okuyorsun çıplak gözlerinle…. Işık kirliliği
silikleştirmiyor yıldızların parıltısını; toprağa verdiğinde sırtını, tüm
yıldızlar yüzünü okuşuyor gibi bir duyguyla evrenin gizemlerini çözme arzusu
uyanıyor yüreğinde. Servis, metrobüs, benzin, vergi, elektrik doğalgaz telefon
internet kablolu tv kredi kartı okul taksiti atm btm eft vs vs vs gibi
saçmalıklardan eser yok zihninde. Öss, Ygs, Dms, Kpss, Üds, Kpds, Sbs gibi
işkence araçlarına hiç maruz kalmamış bir beyninle görmeye çalışyorsun evreni.
Aşk, sevgi, dostluk, vefa, özlem, ölüm, vicdan henüz kirlenmemişken nasıl
yaşardı insanlar acaba? Parasız aşk, parasız saadet, parasız vefa, parasız
özlem nasıl yaşanırdı Lidya’lılardan önce?
Ne kadar derinden acılar çekiyoruz, siz de fark ettiniz mi
durup soluklanma şansı bulduğunuz zamanlarda?
05.06.2012
GÜLŞAH KÖKSAL/ HINIS
YAŞAMA UĞRAŞI...
Cesare Pavese’nin 1935 ile 1950 yılları arası (intiharına
kadar) tuttuğu günlüğe verdiği ad. Yaşamı uğraş ve yorgunluktan başka bir şey
olarak görmeyen ünlü bir şairin intiharla sonuçlanan öyküsünün an an izini
sürdüğünüz, bilgece ifadelerin çokça yer tuttuğu, insanı sarsan, hırpalayan,
duygularını zorlayan bir kitap….
1937ile başlayan bölümün ilk cümlesi şu: ‘’Yanlışlar hep
başlangıçlarla ilgilidir.’’
Dört kelimeden oluşan derin bir cümle… Derin, çünkü hepimiz
buna benzer bir duyguya kapılmışızdır zaman zaman. Sonunu göre göre çıktığımız
yolun başlangıcındaki duyguları görmezden gelmeye çalışarak yaparız ilk
yanlışı. Çocukça bir inatla, omuz silke silke yaşama, ‘’bana ne, yaşamak
istiyorum bunu’’ der, ve sonunda üzülecek olduğumuzu bile bile ama görmezden
gelerek çıkarız tüm benliğimizle yola. Sonra… ‘’Tahmin etmiştim bunu’’, demeye bile dilimiz varmaz. Kendimizi nereye
saklayacağımızı, gözümüzün önünden kendimizi nasıl kaybedeceğimizi bilemez hale
geliriz.
Neden, insan sonunu en başından beri gördüğü yanlışın üzerine gözlerini sımsıkı kapayarak gider? Yaşamdan bir sürpriz bekleme inadından mıdır bu; "ya bu sefer farklı olursa!" beklentisi içerisine girmişliğimizden midir? Yoksa geçmişten ders alamamışlığımızla mı ilgili?
Bir sonraki paragrafıysa şöyle; ‘’Bir erkek, eğer hadım
değilse, her kadınla kendini tatmin edebilir. Oysa kadınlar kolay kolay elde
edemezler bu özgürlük veren mutluluğu; hiç değilse, her erkekle, çoğu zaman da
sevdikleri erkekle ve özellikle onu sevdikleri için gerçekleştiremezler bu
mutluluğu. Bunu bir kere tattılar mı da, başka bir şey düşünmezler ve bu zevk
anına duydukları haklı özlem yüzünden hiçbir kötülüğü yapmaktan çekinmez duruma
gelirler. Sürüklenirler buna. Hayatın temel trajedisi de budur.’’ Erkek, başta kadını arzulayanken, arzunun zamanla
azalmaya başladığını hisseden kadının hırçınlığına mı gönderme yapmakta burada
Pavese, tam olarak çözümleyebilmiş değilim ama, haklılık payının –özellikle de paragrafın
ilk kısmı için- oldukça yüksek olduğu
kanaatindeyim.
Ve bir sonraki paragraftan; ‘’Evlenmeye değer kadınlar bir
erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır. Ama daha korkunç olanı şudur;
yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük zevk
duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı,
bırakıp giderler bizi.’’
Alakasız gibi görünen iki satırın peşpeşe gelmiş olmasının tesadüften öte bir durum olduğu aşikar… Dışa dönük, duygularını rahatça ifade edebilen, yaşama sevinci dolu insanlardan çoğunun yalnız bir yaşam sürüyor olmasının tesadüf olmamasının altında yatan nedeni, birkaç kelimeyle özetleme başarısı göstermiş yazar burada. Günümüz çağdaş, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, akıllı, çekici, kültürlü, entelektüel düzeyi yüksek kadınının en büyük problemi toplumun kendisine ‘’bu kadarı da fazla ama’’ der gibi bakıyor olması sanırım. Erkeklerin hayran olduğu ama eş olamadığı bu tip kadınlar bereket versinki her geçen gün sayıca artmakta dünyada. Gelişmemiş ülkelerdeki erkeklerin evlenme oranlarının diğerlerine göre yüksek olmasındaki en büyük etken de, hala ağzı var dili yok, hanım hanımcık, içlerinin sevinçten, mutluluktan coştuğu anlarda bile bunu dudağının kenarında biriken küçük bir tebessümle geçiştirebilecek kudrette yetiştirilmiş ‘’kızlarımızın’’ aile içi üretimine devam ediliyor olmasıdır.
Paragraftaki ikinci cümle, elbette yalnızca karşı cins ilişkileri söylenmiş değil. Cool, burjuva, burnu havada tiplerin, arkadaş sohbetlerinde baş köşelerde yer alma nedeninin gerçek bir tespitidir aynı zamanda. Karşısındakinin tatmin olma düzeyini kestiremeyen kişi, tekrar tekrar bu tipleri ortamlarında görmek ister, çünkü amacına ulaşamamışlığın kamçısına maruzdur benliği. Donuk, mutsuz, soğuk tiplerin sıcacık insanlardan daha güvenilir ve daha vazgeçilmez oluşlarının altında yatan da budur belki.
Ve, ‘’Derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey
olmadığını anlamakla insan çocukluktan kurtulur.’’, diyerek geliyor sayfanın sonuna. Bir sayfanın
bu kadar derin ifadeleri taşıyabileceğine çok nadir şahit oldum okurluk yaşamım
boyunca. Olabiliyormuş…
Derdini söyleyenlerin bile derman bulamadığı bir çağda,
Pavese’nin söylediklerine kulak vermekte, daha az üzülmek adına, fayda var diye
düşünüyorum.
10.05.2012 Hınıs
Gülşah KÖKSAL
FACEBOOK- FÜRUZAN- TURGAY
Son zamanlarda yakın çevremin entelektüel kesiminden
facebook üzerine benzer eleştiriler duymaya başladım. Bahsettiğim insanların
hemen hepsi facebook üzerine aynı görüştelerdi;
‘’sıkıcı, vakit kaybettirici, anlamsız, çocuksu, gittikçe saçmalaşan bir
edim’’.
Aslında, bu konuda olduğu gibi, diğer tüm eleştiri ya da
yakınlık unsurlarında aynı şey çarpıyor göze; insanlar , sahip oldukları
materyallerden ne istediklerini kestirememiş olamamanın sıkıntısındalar.
Psikolojideki ‘’bilinç’’ ve ‘’işleve takılma’’ kavramları geliyor bu durumda
aklıma. Bir sosyal paylaşım ağından anladığınız şey yalnızca insanlarla
günibirlik iletişim kurmaksa, zaman içerisinde bayağılaşmaya yüz tutan
muhabbetler elbette sizi ortamdan soğutacak bir unsura dönüşecektir. Ama yok,
amacınız bu ortamdan bilgi ve haber almaksa, doğru adreslerle kontak kurabilme
şansınız da olmuşsa, o zaman facebook sizin gün içerisinde birkaç kez isteyerek
ve hatta heyecanla girdiğiniz, haber okuyup yorum yapabileceğiniz, size düşünce
yapınızdaki insanlara ulaşabilme şansı veren bir fırsata dönüşebilir. Ben
ikinci kategoridekilerdenim.
Orada tanışma fırsatı bulduklarından aklıma ilk olarak
gelenlerden; İsmail, İsmet, Turgay, Rafet Bey, Neşe Hanım… Ve ismini
zikretmediğim onlarca isim… Ne çok değer kattılar yaşamıma, yüzlerini bir kez
dahi görmemiş olduğum halde. En yakınımda olanlarla bulamadığım duygudaşlığı,
bilgidaşlığı, öfkedaşlığı yaşayabildiğim insanlar haline geldiler kısacık
zamanlarda. Biri Bingöl, biri Sivas, İstanbul, Khöln’deyken, nasıl
tanıyabilirdim onları bu kadar yakından başka? Birikimlerine nasıl ortak
olabilirdim Doğu Anadolu’nun en ücrasında mahsur kalmışken?
Bu yazıya oturma nedenim de, facebooktaki bir kitap paylaşım
sayfasında tesadüfen denk geldiğim tanıtım yazısıyla başlayan, yaşama dair
küçük ama içerik olarak büyük bir anektot aktarmak sizlere.
Radikal Kitap’ın 2010 yılına ait bir kitap tanıtım
yazısından alıntı paylaşılmıştı bahsi geçen sayfada. Füruzan’ın 47’liler adlı
kitabının tanıtım yazısı… Birçoğumuzun öykülerini yakinen bildiği, ülkenin
yetiştirdiği en değerli edebiyatçılarından biri olan Füruzan’nın roman yazımına
dair bir fikrim olmadığından olacak, merakla okumaya başladım bu paylaşımı. 61
anayasası sonrası gelişmeleri yaşayan Erzurumlu bir ailenin öyküsünden bahseden
roman, o an okuyacaklarım listesindeki yerini almıştı bile. Yazıyı okuyup
bitirdikten hemen sonra, bu sayfanın editörlerinden olan değerli dostum Turgay
aradı ‘’Taksimde bir sahaftayım, istediğin bir kitabın adını söyler misin,
bakayım.’’,dedi. Turgay’la da
dostluğumuzun pekişmesini bahsettiğim sosyal paylaşım ortamına borçluyduk
aslında. Kitap iki gün sonra elimdeydi. Yanına eklenmiş dört kitapla birlikte.
Emineydi baş kahraman… Annesi babası öğretmen, kardeşlerinin
ortancası olan, Erzurum’un muhafazakar ama bir o kadar insancıl atmosferinde
ilk çocukluğunu ve ergenliğini yaşayıp daha sonra tayinle Ankara’ya taşınan; küçük burjuva geleneğine sıkı sıkıya bağlı
büyütülmeye çalışıldıkça direnen, ailesi
ve çevresi tarafından hep biraz asi, hep hırçın, hep tuhaf algılanan, ama
içindeki insan sevgisi ve haksızlığa tahammülsüzlüğünün onu bulunduğu bu
noktaya taşıdığını yalnızca kendisi fark eden, namıdeğer 68 kuşağının 47 doğumlularından Emine…
Füruzanın toplumsal, siyasal, ekonomik sorunların
tamamına ne kadar hakim ve duyarlı olduğunu görüyorsunuz okurken; çocuk
eğitiminden kadının özgürlüğü sorunsalına, cumhuriyet aydınlığının iki yüzlü
tutumundan toplumsal yozlaşamaya, eğitim sisteminin yaratmaya çalıştığı
apolitik, vurdumduymaz, sönük ve silik karakterlerden Anadolu insanının
bilgeliğine, ekonomik değişimler ve sermayenin güçlenmesi adına gençliğin nasıl
gözden çıkarıldığına; evlilik, bekaret, feminizm tartışmalarına; cezaevlerinde
yaşanılan orantısız güç kullanımı ve işkencelerin kişiler üzerinde yarattığı
tahribattan Almanya’ya giden işçilerin yaşadığı süreçlere, Nazilere, ırkçılığa,
emperyalizme kadar, yirminci yüzyılda tartışılan ve hali hazırda tartışılmakta
olan ne varsa bulabiliyorsunuz olay örgüsü içerisinde. Beş yüz küsür sayfalık
devasa kitap eriyip gidiveriyor ellerinizin arasında. Her zaman denk
gelemiyorsunuz böylesi akıcı ve sürükleyici anlatımlara. Bu anlamda büyük bir
özlemi giderdi bende bu muhteşem yapıt.
Hem ufak bir tavsiyede bulunmak, hem de ifade etmeye
çalıştığım gibi, popülerlik kazanan her şeyi kötü, halkın yoğunlaştığı alanları
bir anda ‘’bayağı’’ ilan etmek anlamlı olmaktan uzak bir tutum olsa gerek. Bu
ülkede ‘’aydın’’ geçinenlerin en büyük handikapı da bu tutumu benimsemiş olması
değil mi zaten? Ben, sosyal ortamından uzakta yaşamaya çalışanlar için
özellikle, pahabiçilmez bir imkan olarak görüyorum bu paylaşım sitesini. İşleve
takılmadan kullanmayı, önüne çıkan her fırsatta öğrenmeyi öncelikli ilke
edinenleri önemsiyor ve asıl saygıyı onlara duyuyorum; burjuvaca, yaygınlaşan
her şeye burun kıvıranlara değil…
09.05.2012 Hınız
Gülşah KÖKSAL
KALABALIK, YALNIZLIK VE Flâneur
Tarım toplumundan üretim toplumuna, ardından tüketim
toplumuna doğru geçişle birlikte kentler yeni anlamlar yüklenmeye başladı. Yeni
anlamlarla birlikte yeni gerçeklikler, yeni yaşam biçimleri ve yeni kavramlar
eş zamanlı olarak ortaya çıkmış oldu..
Nüfusun kent merkezlerine doğru yönelmesiyle
birlikte, alışveriş yapmak, eğlenmek, dinlenmek, gezinmek isteyen insanlar
kendilerini caddelerde, ardında pasajlarda ve onun devamı niteliğinde olan
alışveriş merkezlerinde bulur oldu.
Günümüz alışveriş merkezlerinin atası sayılan
pasajların ilki olan Palais Royal, 1780’de
Paris’te inşa edildi. Bu yeni yapı, kentteki-gösteri odaklı kalabalıkta yer
alan modern tüketiciliğin köklerini içermede bir sembol niteliğindeydi. Burada
pazar, toplum ve şehrin kalabalığı gösteriye odaklanmaktaydı. İçeride iş,
tüketim, eğlence, politika ve bilgi arasında doğrudan bir bağlantı söz
konusuydu.
Pasajlar, caddeyle içmekan arası bir yapı olarak
tasarlandı. Karanlığın insanların evlerine erkenden dönmesine engel olmak için
ilk gaz lambalarının kullandığı yerler olarak tarihteki yerini aldı. Bu buluş
sayesinde kalabalık, bu iç-mekanlarda daha fazla kalabilecek, daha çok
alışveriş yapıp, düzenlenen pasaj içi etkinliklerinde daha uzun yer
alabilecekti.
Flaneur, bu yeni eko-mimari yapının yarattığı
kişidir. ‘’Aylak aylak gezen’’ anlamına gelen bu sözcüğü ilk kez Baudlaire, daha başka bir anlamda,
‘’kalabalığı şiir için malzeme olarak kullanan bir insan (erkek-şair)’’ olarak
kullanmıştır. O’na göre flaneur; kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilen
ve kendini evinde gibi hissetmenin rahatlığını duyan kişidir.. Flaneur, günümüz
avmlerinde boş boş gezinen, etrafına ve vitrinlere bakıp duran; vakit dolduran-
vakit öldüren, dinlenen-eğlenen-tüketen bireyden ayrılır; çünkü onun tek amacı
insanları gözlemek, hareketleri ve davranışları irdelemektir. Kurt Borchard da
, 19.yy pasajlarında dolaşan bireye flaneur denilebileceğini, ama günümüzün
alışveriş merkezindekilerin Las Vegas gibi tüketim metropollerini ve alışveriş
merkezlerini ‘’sahte flaneur”ların mekânları olarak nitelendirebileceğimizi
söyler.
Flaneur,
tüketime katılmaktan ziyade, müşteriler için pasaj içinde oluşturulan
imkanlardan yararlanır, hem de sonuna kadar… ‘’Onun gözünde emaye kaplı parlak
firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi
duvar süsüdür; duvarlar not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete
kulübeleri kitaplıklarıdır; kafelerin balkonları da, işini bitirdikten sonra
eğilip sokağa baktığı cumbalardır.’’ (Pasajlar s.131)
İçinde
bulunduğumuz dünya, Benjamin’in tabiriyle artık ‘’gözün kulağa üstün geldiği’’
bir yerdir. Toplu taşıma araçlarının ortaya çıkışıyla ilk kez deneyimlemek
zorunda kalmıştır insan bu durumu: bir yolculuk boyunca insanlar dakikalarca yüz yüze durmak
zorundadır ancak konuşmama kuralı
imzalanmış gibidir aralarında. Oysa kaçamak bakışmalar, incelemeler hiçbir
zaman ortadan kaldıralamamıştır. Aksine, insanlar her görüntüye bir anlam
yüklemeye; insanları kıyafetleri, taşıdıkları eşyaların markaları yahut
fiziksel özelliklerine göre ayırmayı, ait olduğu sosyo ekonomik sınıfı
kestirebilmeyi istemsiz bir davranış halinde yaşamaya devam etmiştir. Bu
davranışlar ‘’kayıtsız bir duruş’’ sergilenerek kamufle edilmeye
çalışılmaktadır. Bizler bugün otobüste, metroda, duraklarda yanındaki kişiyle
sohbet etmeye çalışan teyzelere, amcalara rastlamaktayız. Toplum olarak modern
dünyaya entegre etmeyi başaramadığımız(!) bu tarz insanların kayıtsızlığı
öğrenememiş olmaları, gözün kendilerine sunduklarından daha fazlasını arzu
ediyor olmaları dünyanın en rahatsız edici durumu gibi görünmektedir
birçoklarımızın gözüne. Sadece ‘bakıyor’ olmak; yan yana ya da karşı karşıya oturup ‘’konuşmuyor
olmak’’; bunlar yeni durumlardır
insanlık için. Kişinin sahibi olduğu bir iç sesin varlığını gerektirir.
Foucault bu durumla ilgili düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: ‘’Sakin sakin
keyif çatmak, işçiyi neredeyse bitkin düşürür. Oturduğu ev bulutsuz bir göğün
altında istediği kadar yeşilliklere bürünmüş, çiçek kokularıyla dolmuş ve kuş
cıvıltılarıyla canlanmış olsun- işçi, yapacak işi yoksa eğer, yalnızlığın
çekici yanlarına kapalı kalır. Ama uzaklardaki bir fabrikadan tiz bir düdük
sesi kulağına gelmeye görsün, makinelerin tekdüze takırtısını duymayagörsün,
yüzü hemen aydınlanıverir… Nefis çiçek kokularını artık duymaz olur.’’
(Pasajlar, s.132)
Baudlaire’ye göre bir zenginliktir kalabalık. Yine
o, insanın saklanıp kaybolabileceği yegane sığınaktır da. Ve, kalabalık
içersinde var olabilmek için yalnızlığı alabildiğine iyi tanımak ve onu yaşamın
bir parçası haline getirmek gerekir. Baudlaire bu düşüncesini, Paris Sıkıntısı adlı eserinde; ’’Çokluk,
tekliktir: Etkin ve doğurgan bir şairin kaleminde birbirine eşit şeyler.
Yalnızlığını doldurmayı bilmeyen, arı kovanı gibi işleyen bir kalabalıkta
yalnız olmayı da bilmez.’’(s.47), şeklinde ifade eder. Yine, ‘’Herkesin harcı
değildir kalabalıkla yıkanmak: Bir sanattır kalabalıktan hoşlanmak; bazı
insanlar vardır, bir peri, daha beşikte iken, kılıktan kılığa girmenin,
kalabalığa karışıp yüzünü maskeyle gizletmenin zevkini, eve duyulan kini ve
yolculuk tutkusunu üfler kulaklarına, işte yalnız o kişi gerçekleştirir
kaynaşmayı insanlık hesabına’’ der bir başka cümlesinde. Kötülük Çiçekleri ve
Paris Sıkıntısı gibi eserlerini pasajlarda geçirdiği uzun saatlerden sonra kaleme
aldığını söyleyen Baudlaire gibi, Dickens
de yazmak ve yaratmak için kalabalığa gereksinim duyuyor olduğunu,
kalabalığın bulunmadığı ortamlarda yazmaya çalıştığında ‘’ kahramanlarının
hareket edemiyor.’’olduğunu hissettiğini dile getirir.
Kalabalığı bu denli önemseyen, ve (şiir) yazmak için
onu olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kabul eden
Baudlaire ‘’Gecenin Bir Saati’’adlı bir düzyazı-şiirinde ‘’ Çok şükür!
Kendimleyim! Gecikmiş ve bitkin birkaç faytonun tekerlek sesinden başka ses
yok. Çok şükür! İnsan yüzünün zorbalığından kurtuldum, şimdi artık yalnızca
kendime katlanacağım. Çok şükür! Yoğun
karanlıklar banyosunda dinlenmeme izin verildi.’’diye dile getirir bu defa
duygularını. (Paris Sıkıntısı s.47) ‘’Kalabalıkla yıkanmak’’ ve ‘’karanlığın
banyosunda dinlenmek’’, bir ve aynı şeyidir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi
‘’çokluk teklik’’ demektir onun için.
Baudlaire, C., Paris Sıkıntısı, 2001, Çev: Erdoğan
Alkan, Cumhuriyet Klasikleri
Benjamin, W.,
Pasajlar, 2012, Çev: Ahmet Cemal, YKY
Benjamin, W., Son Bakışta Aşk, 2012, Çev: Nurdan
Gürbilek, Metis
Gülşah KÖKSAL ÇEKİCİ
24.01.2014
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)