25 Aralık 2014 Perşembe

KÜTÜPHANE SAHİPLERİ BİLİR…



Kitaplar,  bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla dolu mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır onları tutkuyla sevenler için; nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekanları bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar, bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder. Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil, kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.


Bir okur olarak ben, kitaplarımla hep aynı mekanda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta uyumak- isteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma cevap verebilecek imkan ve büyüklükte değildi, ve başkalarının çok kolaylıkla giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben, tavana değin uzanan  rafları olan bir kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana, kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.


Diğer evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse, onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji, edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık, çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch, Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone, Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz filozof G. Berkeley gibi ben de, insan bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi geliyorum, bilmiyorum ama, benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı…  Oldukları yerlerden memnun kalsınlar, rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin kişileriyle  raflarda da birlikte olmalarını sağlamaya çalışıyorum, yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de, Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine çok yakıştırıyor, yanyana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum için, zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip görüyor, ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri noktasında oldukça hassas davranıyorum.( Berkeley’in ‘’biz yokken eşyalar, kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?’’, diye sorması gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet etmeye başlıyorlar mıdır ?,’’, merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım. )

Düşünsenize, ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi, benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo, Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz, onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e, Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer; Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş gözlerle ‘’ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz diye soruyor yanında başka bir dangalağa… Çaldığım parçalar duygulandırıyor bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor mesela…  Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir…


W. Benjamin’nin kütüphanesini görüp, her okurun maruz kaldığı, ‘’bunların hepsini okudunuz mu?’’sorusuna verdiği cevap çok manidar: ‘’Kitaplar sadece okunmak için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.’’ Bu cümleyle, pek çok kitap kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana,  burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor düşünür; benim ‘’kitap ruhu’’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma: Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği ‘’biz biraz da, onlarla ‘’yaşamak’’ istiyoruz’’dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla, koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: ‘’Olsun, elimin altında bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun’’, diye aldığımız kitapların ruhunu istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını; tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı…


Rene Descartes, ‘’İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.’’, der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘’dostun yüzünü’’ görüyoruz.


Ne demek istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.


Hepinize bol kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum….


Gülşah KÖKSAL
25.12.2014

FOÇA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder