Metis, Foucault’un
Bonnefoy ile yaptığı söyleşiyi basmış ‘’Güzel Tehlike’’ adıyla. Tek solukta
okuyup, bol satır altı çizdiğim bir kitap bu oldu bu da. ‘’Hapishanenin
Doğuşu’’, ‘’Deliliğin Tarihi’’, ‘’Cinselliğin Tarihi’’gibi kitaplarını çok
severek okuduğum bu yazar hakkında hemen hiçbir şey bilmiyormuşum meğer.
Bir yazarı okuma, anlama ve yorumlamada, O’nun yaşam
öyküsünden haberdar olmanın büyük etkisi olduğunu düşünürdüm hep. Bu tezim,
okuduğum bu söyleşi sayesinde biraz daha güçlenmiş oldu kendi içimde. Çünkü
çalıştığı konular anlam kazandı. ‘’Neden klinik? Neden delilik? Bu filozof
hangi amaç ve sebeple bu konular üzerine oturup çalışma ihtiyacı duymuş
olabilir?’’, diye sorup dururdum kendi kendime. Meğer cevap, yine, düşünürün
yaşam öyküsünde saklıymış… Ailede doktorluk geleneği varmış; baba da doktormuş,
amcalar da, dedeler de… Küçük burjuva bir aileye doğmuş olan filozofun evine
girip çıkanlar da, mütemadiyen, tıp çevresindenmiş. ‘’Hep başkaları hastaları
olur sanırdım küçükken’’, demiş Faoucault, ‘’başkaları hasta olur, biz tedavi
ederiz diye düşünürdüm.’’
Yine, içinde bulunduğu çevrede, delilik ve psikiyatri bilimi
çok aşağılanır ve yok sayılırmış. Kendisi de başta, Deliliğin Tarihi’ni bu
şekilde yazmayı planlamamış. Çevresinin psikiyatriye karşı olumsuz tutumu, onda
başka türlü bir ilginin uyanmasına yol açmış. Kısa bir psikiyatri tarihi; tıbbı
ve hekimleri anlatan kısa bir metin yazmaya kalkmış. Karşısında yoksul bir tıp
tarihi bulunca da, iş, klinik, delilik vb. üzerine enine boyuna çalışma yapmaya
varmış.
Filozof, yazmayı seven biri de değilmiş başlarda. Sevgisi
zamanla gelişmiş. Yine de kendisini bir yazar olarak kabul etmemiş hiçbir zaman.
Bunu şöyle ifade etmiş:
‘’Roland Barthes’in yazarlar ve yazmanlar arasında yaptığı ve
artık ünlü olan ayrıma çok inanırım. Ben yazar değilim. Birincisi bende
hayalgücü yok. Yaratma yeteneğim sıfır. Roman konusu olacak bir şeyi hayatta
tasarlayamamışımdır. (…) Öyleyse ben, yazar değilim. Kendimi hiç tereddütsüz
yazmanlar, yazısı geçişli olanlar sınıfına katıyorum.’’
****
Yazma isteğinin kendisinde otuz yaşından sonra uyandığını,
altıncı sınıfa geçtiğinde bile, kalemi gerektiği gibi tutamadığı, yazı
işaretlerini gerektiği gibi çizemediği için kendisine özel yazma ödevleri
verildiğini, edebi denen bir cinsten eğitim almış olduğu halde, metin açıklama,
tez yazma gibi zorunlulukların kendisini yazmayı sevmekten iyice
uzaklaştırdığını ifade ediyor, ve ‘’yazmanın
kutsal büyüsü ile büyülenmiş biri’’olmadığını ekliyor sözlerine.
Peki, nasıl oluyor da yazıya bu kadar mesafeli durmuş bir insan,
böyle, ciltler dolusu ‘’eser’’ bırakabiliyor arkasında? Otuz yaşından sonra ne
oluyor da, ‘’sözle’’ bu denli haşir neşir geçmeye başlıyor hayat; kalemi kağıttan
kaldırmaksızın geçiriliyor tüm ömür?...
Aslında yanıt basit; yazan tüm insanların ortak gerekçesinde
gizli yanıt: ‘’konuşma isteği’’. İnsan ne zaman bu isteği doyuramaz ve susmak
zorunda kalır? Ya kendi toplumu ve çevresi içinde farklı şekilde düşünüp
konuşmaya başlarsa, ya da dilini bilmediği bir ülkeye gidip orada yaşamak
zorunda kalırsa. Foucault, ikinci nedenden ötürü yakalanıyor bu arzuya. İsveç’e
gidiyor bir dönem, ve orada kendi dilini konuşamaz oluyor. Başka bir dille
(İngilizceyle) kendini ifade etmeye çalışırken, kendi gözüne komik görünüyor
hali, duygularının karşılığını başka bir dilde aramaya başlamanın zorluğunu ve
boşunalığını görüyor. Kendi dili üzerine düşünmeye sevk ediyor bu süreç
kendisini. Şöyle dile getiriyor bu durumu filozof:
‘’Bu dilleri (İsveççe ve İngilizce), iyi bilmemem haftalarca,
aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni.
Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık
değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü
görüyordum.’’
Kaliteli, düzgün, içerikli şeyler duyamadığımız ve bu isteği
doyuramadığımızda, farkına bile varmadan kitapların dünyasına adım atmış halde
buluyoruz kendimizi; konuşmaktan yoksun kaldığımızda ise, kağıttan ve
mürekkepten oluşmuş bir evrende… Bir telafi, kurtuluş, bir ödünleme biçimi
oluyor kişi için ‘’okur-yazar’’lık.
‘’Anadil’’olgusu çok önemli bir yer tutuyor söyleşide.
Foucault,’’tek gerçek vatanın, insanın ayağını basabileceği tek toprağın,
sığınabileceği tek evin, çocukluğumuzdan itibaren öğrendiğimiz dil olduğunun
altını çiziyor’’ ve ‘’çünkü’’ diyor, ‘’söylemin kendi kıvamı, kalınlığı,
yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi söylemin de yasaları vardır.
Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi
olur.’’,diyor.
‘’Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli,
zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz’’diyen Foucault için yazmak ne
anlama geliyor? Zorunluluk mu? Biraz öyle, evet, ama o çok daha güzel bir
şekilde tanımlıyor bu durumu; ‘’varoluşunu aklamak.’’ ‘’Günün mutluluğu için bu aklama kaçınılmazdır’’
ve, ‘’yazmak mutluluk vermez, var olma mutluluğu yazıya bağlanmıştır’’ diye
ekliyor peşine.
Her gününü yeni bir başlangıç kabul etmek ve varoluşunu her
yeni günle birlikte aklamak zorunda hissetmek kendini, ‘’yazmak zorunda
olmak’’la eş değer bir anlam taşıyor yazar için. Bunu paradoksal, anlaşılması
(belki anlatılması da) zor bir durum olarak gördüğünü söylüyor ve bana göre,
söyleşinin en güzel cümlelerini kuruyor bu bölümde:
‘’(…)nasıl olur da’’ diyor, ‘’sabah masasına oturup belli
sayıda boş sayfayı doldurmak gibi beyhude, kurmaca, narsist, kendi üstüne
kapanmış bir jest günün kalanı üstünde böylesine hayırlı bir etkide bulunur?
Sabahleyin böyle bir şey oldu diye veya gündüz böyle bir yapabildik diye, nasıl
olur da şeylerin gerçekliği- uğraşlar, acıkma, arzu, aşk, cinsellik, iş-
büsbütün çehresini değiştirir? Benim için anlaşılmaz olan bu. Yazma zorunluluğu
en azından bana kendisini işte böyle duyuruyor’’diyor.
Bütün bunları
‘’büyülenmiş’’ olmadığı iddasını kuvvetlendirmek adına söylüyor –olsa da, o bal
gibi, büyüsünü dile getirmeye çalışan bir yazar görüntüsü çiziyor aslında.
Gülşah KÖKSAL
20.01.2015