16 Ocak 2015 Cuma

BİR TREN VAGONUNDA OLMAK....









Şu an, soğuk bir coğrafyanın içinde, bir trenle yolculuk yapıyor olmak isterdim. Hem de nasıl isterdim bunu, tarif etmesi güç- güçlü bir arzuyla… Kuşetli ya da yataklı bir vagonun içinde, birkaç günlük bir yola gitmek… Kah, camdan dışarıya bakıp uzun, düşüncelere dalmak; kah yanıma aldığım ‘’atıştırmalıklarım’’a uzanıp, yediklerimden aldığım zevkle, ‘’doymanın’’ ve ‘’yutmanın’’ tadını çıkarmak, kah da zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, saatler, sayfalar boyu okumak, okumak, okumak, ve tabi ki yazmak…

Kitaplardan uzak bir yaşamı, onlarsız nefes almayı düşünemeyen bir kişinin, ‘’hız’’dan hoşlanıyor olması olası gelmiyor nedense bana. Uzun seyahatleri, anlık uçak yolcuklarına değişebileceğini inanmıyorum bir okur-yazarın. Halis bir okur için her şey –bir fincan kahve içmekten, bir sahilde güneşlenmeye kadar-, daha keyifli bir okuma ortamı ve atmosferi bulmak için birer bahaneden fazlası olamaz diye düşünüyorum – kendimden yola çıkarak. Hem de başka bir açıklamanın mümkün olamayacağından adım kadar emin olarak. ‘’Bu kadar kesin ve net olarak ifade edebildiğim başka bir şey kaldı mı acaba?’’, diye de sorarak bir taraftan kendime; bunun cevabını arayarak.

Yanıtımın ne olduğunu, daha soruyu dile getirmezden önce bile biliyorum aslında; çünkü yaşamımın odağında yer alıyor kendileri…  Her gece bu soru eşliğinde kapıyorum gözlerimi geceye; her öğlen bu soruyu masanın üzerinde bir yere yerleştirip, öyle uzanıyorum tabağımdaki yemeğe; her yeni  güne g zihnimden bu cümleleri geçirerek açmış buluyorum gözlerimi: ‘’Benim kesinliğinden asla şüphe duymadığım/ duymayacağım, herhangi bir genel-geçer ‘’doğrum’’ kaldı mı?’’ Normal nedir? Tanrı nedir? Sevgi, sadakat, dostluk, aşk, vefa, yalan, cefa…. Nedir bunlar?’’, diye kendime her sorduğumda, ya da başka birileri tarafından bana her sorulduğunda, tek nefeste, bir çırpıda, tereddüde düşmeksizin verebildiğim bir cevabım var mı? ‘’Yok’’ bile diyememeli, orada bile durup bir düşünmeli, ortalama bir cevaba yönelmeliyim -diye düşünüyorum. Çünkü içimden, ‘’okur’’ olamaya dair , ‘’genel geçer’’olduğuna inandığım bir takım özellikler geçiyor bir yandan. ‘’Bunlara rağmen, ‘’hayır’’ olarak veremem yanıtımı’’, diye düşünüyorum.

 ‘’ Bunlar?’’ : Mesela, hiçbir okurun gerçekte, kendini, sürekli bir kalabalığın varlığı içinde iyi hissediyor olamayacağı. Mesela… Yolculukların, yanına bir bavul dolusu kitap alınarak çıkılan yolculukların, okuma sürecine bambaşka bir lezzet katıyor olduğu inancımın, her ‘okur’’da ortak olması… Yalnızlığın, bir cezadan çok, ödül gibi algılanması; fazla sosyal olmanın/ olmak zorunda kalmanın yorucu kabul edilmesi ve bir önce kendimize, kitaplarımıza, kitaplıklarımıza, okuma koltuğumuza kavuşma isteyişimiz…  Bunların hepsi, birörnek duygu ve davranışlar olsa gerek. Çünkü bana göre ‘’tutkulu’’dur ‘’gerçek okur’’; çünkü o okumayı sadece ‘’okumak’’olarak görüp kabul etmez, her bir safhasını okumanın, bir ayine hazırlanıyormuşçasına düzenler… Basittir basit olmasına bu hazırlıklar, ama yaşayana tarifi imkansız bir içsel mutluluk, eşi benzeri az bulunur bir yaşam sevinci verir.

Basit ve standart davranışlar… Bu satırları okuyan hemen her ‘’okur’’un,  ‘’aa, evet ya…’’ diyecek olduğuna eminim şu an:

-kitap ele alınır alınmaz, diğer elde en çok sevilen kalemlerden birini tutuyor olmak,

-okurken oturulan koltuğu, masayı ya da sandalyeyi gözü gibi korumak; onu adeta bir toteme dönüştürmek; zamanla bir başkasının onların yanına bile yaklaşmasını istemeyecek hale gelmek,

-sayfaları aynı biçimde çevirmek; satır altlarını aynı stilde/aynı renk mürekkeple çizmek,

- kitabın boşluklarına hep aynı teknikle notlar almak, ya da asla almamak –bunun için özel defterler ya da bilgisayar klasörleri kullanmak-,

-dışarıda okumayı da sevmek; ama ruhuna en iyi gelen, ona en çok ilham veren, en lezzetli  kahveleri, çayları ikram eden, özenle seçilmiş  müzikleri dinleten  kafe hangisiyse ‘’bugün öğleden sonra oraya gidip okuyacağım birkaç saat’’ demek,

-okunacak onlar, hatta yüzlerce kitaba sahip olduğu halde, gözü hep almak istediklerinde olup, kendini dünyanın en büyük kitap fukarası olarak görmek,

-bir kente gittiğinde, oranın ilk önce sahaflarını, kitapçılarını, kütüphanelerini görmeyi istemek,

-hiçbir kitabı ödünç verememek; hele de en sevilen yazarların kitaplarını; ödünç alınmış kitabı okumaktan keyif alamamak…

Öyle çok ki buna benzer özellikler. Yanılıyor muyum bilmiyorum… Belki de ben, gerçek ‘’okur’’u böyle, bu şekilde tanımlamaktan hoşlanıyorum.

….

Zamanla, okumaya en uygun atmosferin, gri, yağmurlu, rüzgarlı günler olduğunu, en sevdiğim mevsimin yaz değil de sonbahar-kış olduğunu fark ettim; yirmili yaşlarımın sonuna doğru. ‘’Ağustos’un ortasında doğdum, ben tam bir yaz çocuğum’’derken, birden bire, yazın ‘’çok şımarık bir mevsim olduğunu, kendisini çok sevdiğimi söylediğim dönemlerde bile, Eylül’ün geliyor olduğuna içten içe seviniyor olduğum, ve bunu kendimden bile saklamış olduğumu düşünmeye başladım. Yazı da artık, ‘’yazlık kitaplar’’ ve ‘’yazlık kitapçılar’’gerçekliğinden hoşlanmadığım kadar itici buluyorum. Ve, bunu kabullendiğim dönemden beri, kışı doya doya yaşıyor olduğumu fark ediyorum.
Doğu’da ‘’gerçek kış’’la tanışmam vesile oldu belki de buna; orada ‘’gerçek soğuk’’ve ‘’gerçek kar’’la ilk kez tanımış olmam…
Karadeniz’de doğup büyümüş olmamdan kaynaklı olarak ‘’kış=yağmur’’ denkleminden kurtulup, ‘’kış ve kar’’şiirselliğine ulaşmış ve bizahati bunu, iki koca yıl boyunca, uzun uzun yaşamış olmam…
 Tren vagonlarının , karlı ormanların içinden, günler boyu tıngır mıngır geçiyor olduğunu, benim de o vagonlardan birinin içinde olduğumu hayal ediyor olmaktan daha fazla keyif bir olmaması, bu durumda daha da anlaşılır olmaya başlıyor değil mi?
---
Hız… Oldum olası en sevimsiz bulduğum, tüylerimi en fazla diken diken eden, içimi en çok ürperten sözcüklerden biri. ‘’Ölüm’’ gibi. ‘’Katil’’ gibi. ‘’An’’ları, manzaraları yaşamayı, ‘’yolda olmayı’’ engelleyen; kendini insanlığa ‘’güzel bir şey’’miş gibi gösterip, hayatlarımızı, heyecanlarımızı, alışkanlıkların verdiği mutlulukları, beklemenin, ulaşmanın, sabrederek kavuşmanın hazzını katledip, yerine kendi ‘’yeni gerçekliklerini yerleştiren ‘’modern zaman katili’’, bir canavar, hız…

Ne kadar onsuz, ondan ne kadar mahrumsak o kadar mutluyuz aslında. Ne kadar yavaş, dingin kalmayı başarabiliyorsak, o kadar huzurlu, o kadar farkında, o kadar ‘’insan’’ız…
Bu yüzden ben, şu an, ‘’trende olmak’’istiyorum. Karlı bir ormanın ortasından, bir modern zamanlar yılanı gibi süzülüp, yeni coğrafyalara ulaşmak… Yaşamak! Yaşamı, tüm yavaşlığıyla yaşamak…
Gülşah KÖKSAL
15.12.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder