‘’Modern çağın başlangıcında yüz binlerce ‘’cadı’’nın idamı
ve kadınlara karşı yürütülen bir savaş ile kapitalizmin yükselişinin aynı
zamana denk gelmesi nasıl açıklanabilir?’’
Silvia Federici’ye göre ‘’cadılara uygulanan zulmün hangi
özel tarihsel koşullar altında mümkün olabildiği ve kapitalizmin yükselişinin
kadınlara karşı soykırıma varan saldırılara ihtiyaç duymasının nedenleri hiç
incelenmemiştir.’’
Tarımsal kapitalizm, toprakta özel mülkiyet anlayışını
getirerek kırsaldaki halkın yoksullaşma sürecini başlattığında buna en büyük
tepkiyi kadınlar göstermişlerdir. Bu sürece ‘’çitleme’’ adı verilir ki, bu
duruma savaş açanların başında yine kadınlarının olduğunu görürüz. Federici’nin verdiği örneklerden biri şöyle “
1608’de kırk kadın Waddingham’da çevrilen bir alanın ‘’çitlerini yıkmaya’’
gitti ve 1609’da Dunchurch’taki bir monarda ‘’aralarında evli kadınların,
dulların, bekar yaşlı kadınların ve genç kızların çitleri yıkmak ve hendekleri
kapatmak üzere bir gece toplandı. Yine York’ta, Mayıs 1624’te kadınlar
çitlenmiş bir alanı yerle bir etti ve bu yüzden hapse atıldı. Bunlar, hayatları
tehdit edildiğinde, kadınların ellerinde direnler ve tırpanlarla toprakların
çitlerle çevrilmesine ya da çayırların boşaltılmasına direndikleri örneklerden
yalnızca bir kaçıdır.(1).
Topraklar kaybedildiğinde, en büyük zararı yine kadınlar
görüyor, göçmen işçi ya da sokaklarda başıboş dolaşan serseri olmaları daha zor
olduğundan, en büyük tepkiler kadınlardan geliyordu. Topraksız kalan köylü,
emeğini ücret karşılığında satmaya başlar başlamaz parasal manipülasyon yoluyla
reel ücretler düşürüldü ve yiyecek fiyatları yükselmeye başladı. 1565 Eylül’ünde Antwerp’te, ‘’yoksullar
sokaklarda açlıktan ölürken,’’ bir depo, içine doldurulan tahılın
ağırlığı yüzünden çökmüştü.(Hackett Fischer 1996: 88) Yükselen fiyatların
altında en çok ezilenler deyine kadınlardı. İşte bu yüzden, ikincil statülerine
rağmen, yiyecek fiyatları arttığında ya da tahıl stoklarının ilçeden
taşındığına dair dedikodular yayılınca hemen sokaklara çıkanlar da kadınlar
olmuştur. 1652 yılında ‘’sabahın erken saatlerinde, yoksul bir mahallede, bir
kadın kucağında açlıktan ölen çocuğuyla ağlayarak sokakları arşınlamasıyla’’
başlayan Cordoba isyanında olan şey tam da buydu.(2)
16.yy’ın ortalarına
gelindiğinde vatandaşların sayısının bir ulusun zenginliğini belirlediği fikri
bir aksiyom haline gelmiştir. Fransız politik düşünür ve demonolog Jean Bodin,
‘’Çok fazla tebaaya ya da çok fazla vatandaşa sahip olmaktan asla
korkulmamalıdır, ne de olsa bir devletin gücünü oluşturan insandır’’, diye
belirtir. 4.Henry’nin ‘’bir kralın gücü ve zenginliği vatandaşlarının sayısına
ve refahına bağlıdır’’ sözü bu çağın nüfusla ilgili görüşlerinin adeta özetini
verir.(3) Buna bağlı olarak, iş gücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak
aileye yeni bir önem verilmeye başlandı. Bu gelişmelere eş zamanlı olarak,
nüfus sayımlarının başladığını, ve devletin cinselliğin, doğurganlığın ve aile
hayatının denetimine müdahale ettiğini görürüz.(4)Bu gelişme kadınlar açıdan
tarihsel bağlamda oldukça kritiktir, çünkü toplumsal ve siyasal bir karar
olarak ortaya konulan şey, kadının doğurganlığının devlet denetimine girmesi,
kadının birincil görevinin çocuk doğurması anlamına indirgenmesi, doğumun
kontrolünü kadının elinden alıp kendi dışındaki güçlere teslim edilmesi; yine
kadının ekonomik ve siyasal kararlara müdahalesinin önlenmesiyle birlikte, toplumun dışında kalmasına ve bir “çocuk
üreticis” konumuna itilmesine yol açmıştır.
Bu sürecin öncesinde kadınlar, şifalı otları bilen,
hastalık, istenmeyen gebelik gibi durumlarda bunları kullanabilecek bilgiye ve
donanıma sahipken, devletin doğum teşviki ve kurumsal olarak bunun izini sürme
kararı alışıyla birlikte, bebeğinin ölümüne sebebiyet veren ya da gebeliğinin sonlanmasına kendi kendine
karar veren kadınların cezalandırılması yoluna gidilmiş, ilk cadı avı süreci de
bu şekilde başlamıştır.
17.yyda ise kadının
itibarsızlaştırılma mücadelesine girişildiğine ve toplumsal olan tüm alanlardan
birer birer uzaklaştırıldığına şahit olmaktayız. Örneğin kadınlar Fransa’da
‘’gerizekalı’’ ilan edilerek sözleşme yapma ve mahkemede kendilerini temsil
etme haklarını kaybetmişlerdir. Alman kadınların yalnız başlarına ya da başka
kadınlarla birlikte, yoksulsalar aileleriyle birlikte yaşamaları bile
yasaklandı, çünkü bu şekilde münasip bir şekilde denetlenemeyecekleri
düşünülüyordu. Akdeniz ülkelerinde kadınlar ücretli mesleklerinin yanı sıra
sokaklardan da kovuldu. Sokaklarda yalnız başına dolaşan bir kadın, alaylara ve
cinsel saldırılara maruz kalma riskiyle karşı karşıyaydı. İngiliz kadınlarının
evlerinin önünde oturmaları kınanır, kadın arkadaşlarıyla fazla vakit
geçirmemeleri salık verilir oldu (aynı dönemde kadın arkadaş anlamına gelen
‘’dedikodu’’ kelimesi aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başladı.) Hatta
kadınların evlendikten sonra ailelerini sık sık ziyaret etmemeleri
öğütleniyordu.(5) Nüfusun azalışının kadının ev içi emeğinin teşvik edilmesini
gerektirdiği Meksika ve Peru’da, İspanyol otoriteleri tarafından, yerli kadınların
elinden otonomileri alan erkek yakınlarına onlar üzerinde daha çok iktidar
tanıyan yeni bir cinsel hiyerarşi kuruldu. Yeni kanunlar uyarınca, evli
kadınlar erkeklerin mülkü haline geldi ve geleneklerinin tersine erkeklerin
evlerine yerleşmek zorunda bırakıldılar.(6) Yine kadınlar için geleneksel bir
meslek olan ebelik, kilise tarafından eğitim almayan kişilere yasak hale
getirildi, bu da eğitim alma hakkı bulunmayan kadınının tıp alanından
dışlanması anlamına geliyordu. Bu şekilde de 14- 17yy arasında tıbbın erkek
egemenliğindeki bir meslek haline geldiği görülüyor. Kilise hem gerçek bir
korkuya kapıldığı için, hem de var olan korku ve saldırganlık duygularını
kanalize etmek için ebeleri ve bilge kadınları hedef göstererek onları şeytanın
aletleri ve suç ortakları ilan etti.( Berktay 1991: 223
Ve ardından kadınların büyü yapma güçlerine karşı tüm erkler
tarafından geniş çaplı bir savaş başlatıldı.Çünkü, Francis Bacon’un da
söylediği gibi ‘’Büyü sanayiyi yok eder’’di. (Bacon 1870: 381) Bu konuda yine
Hobbes’e kulak verdiğimizde ‘’Batıl itikatlar ortadan kaldırıldığında,
insanların eskisine göre sivil itaate daha uygun hale gelecekler’’ dediğini
duyar ve kapitalizmin sözcüleri konumundaki bu insanların kadınlara rağmen
gelişmekte olan ekonomik sistem yararına toplumdaki kadın düşmanlığını
körükleyenler olduklarını görürüz. Cadı avı erkeklere kadınların güçlerinden
korkmayı öğreterek, kadın -erkek ayrımını derinleştirmiş ve kapitalist iş
disipliniyle uyuşmayan pratikleri inançlar ve toplumsal özneler dünyasını yok
ederek toplumsal yeniden üretimin esas unsurlarını yeniden tanımlamıştır. (236)
Buraya kadarki kısımdan da anlaşılacağı gibi, cadı avı ve kadının toplumda
itibarsızlaştırılması süreci, karanlık çağ olarak da ifadelendirilen
ortaçağlara değil, kapitalizmin varlığını ortaya koymaya başladığı 16 ve 17 yy’a
ait bir tarihsel olgudur.
Peki kimdir ‘’cadı’’olarak suçlananlar ve onları bu şekilde itham
edenler?
Ellerinden tek geçim kaynakları olan toprakları alınan
köylüler, göçmen işçiler, ücretli sanayi işçisi, ya da
işsizler ordusunun bir
üyesi olarak yaşamlarına devam ederken, kadınlar erkeklerin aldıkları ücretten
çok daha azına çalıştırılmaya başlanarak ekonomik alandan eve doğru bir itilişe
maruz bırakılmıştır. Arzu edilen şey de tam olarak budur zaten; kapitalist
sistemin iliğine kadar sömürdüğü, verdiği ücretle giderlerini kılı kılına
karşılayabildiği mutsuz, umutsuz ve endişeli
erkeği, evin sorunları ve ev içi
emekten uzaklaştırarak kendine daha verimli olacak modern köle ordusu
yarattığında, bunları teskin edecek kadınların her an yanlarında olmalarını
sağlamak… Kadın ve erkeğin toplumsal olarak birbirlerine yabancılaştırılması ve
ötekileştirilmesi sürecinin köklerine cadı avı denilen ‘’kadın nefreti’’ ve
‘’kadının gücüne olan korku’’fenomeninden ulaşmak mümkündür. Kendisi ve
çocukları aç kalan, dul, yaşlı, ya da ailesini kaybetmiş olanlar kadınlar, ev
ev gezerek kendilerine yiyecek istemeye başladıklarında, bu, toplumdaki
zenginler arasında kaygı ve endişe uyandırmaya başlar. Bu kadınların ölüm
cezası almalarını gerekli görenlerin suçlamalarından örnekler şu şekilde;
1566 yılında Chelmsford’da asılan Waterhouse Ana, biraz
ekmek ya da yağ dilendiği ve komşularının çoğuyla münakaşa ettiği anlatılan
‘’oldukça yoksul bir kadındı’’. Chelmsford cadılarından Elizabeth Francish,
azıcık eski maya vermeyi reddetti diye komşularından birini lanetlemiş, kadının
o günden beri kafasında inanılmaz bir acı peyda olmuştu. Staunton Ana, bir
komşusu kendisine maya vermeyi reddedince arkasını dönüp giderken ‘’şüphe
uyandıracak şekilde mırıldanmış, bunun üzerine komşusunun çocuğu şiddetli bir
hastalığa yakalanmıştı. 1582 yılında Osyth’te asılan Ursula Kemp kendisine
biraz peynir vermeyi reddeden bir Dükü topal etmiş; yine aynı şekilde biraz
temizlik malzemesi vermeyi reddetti Agnes Letherdale’nin çocuğunun poposunda
şişlik oluşmasına neden olmuştu.(Rosen 1969:76-119)
Rosen’in aktardığı örneklerden anlaşılabileceği gibi,
yoksul, alt tabaka insanlarının kendilerini rahatsız etmelerinden çekinenlere oynadıkları
kanlı ve acımasız bir oyundan başka bir şey değildir ‘’cadı avı’’. Yaşamak ve
ailesini yaşatabilmek için komşularından ve çevresinden yardım dilenen yoksul
sınıfı gözden kaybettirme ve sindirme, bunu da kadınlar üzerinden
gerçekleştirme politikası tüm iktidar güçlerinin el ele vermesi sayesinde
başarıya kavuştu. Kiliseye güvenip onun yolunu izlerlerse ebediyen bu şeytan
belasından ve onun temsil ettiği her şeyden kurtulabilirlerdi. Bunun için de bu
şaibeli kişiler ihbar edilecek olursa, kilise ve laik otoriteler elbirliği
yapıp onları yargılar ve ortadan kaldırırlardı. Böylece, zengin ve yoksul,
güçlü ve güçsüz, Protestan ve Katolik, gizli ya da açık bir şekilde işbirliği
yaparak, binlerce okumasız yazmasız köylü kadının işkence görmesinde ve
öldürülmesinde suç ortalığı yapmıştır.(Berktay 1991:233)
Sonuç olarak;
kurulmaya çalışılan yeni ekonomik sistem uğruna, sağduyusuyla, oynanılan
toplumsal, siyasal, ekonomik oyunların ilk farkına varacaklardan olduğu
bilindiğinden, on binlerce kadın, asılsız suçlamalar ya da masum ve insani
talepleri bahane edilerek ortadan kaldırılmıştır.
Gülşah KÖKSAL
17.05.2012 Hınıs/ ERZURUM
BAHSİ GEÇEN ESERLER
1-Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Otonom Yay. 1.Basım 2012
2-Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, Metis Yay. ,3.Basım 2010
3-Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere
Yay.,3.Basım1998
4-Sheila Rowbotham, Kadın Bilinci Erkek Dünyası , Payel
Yay., 1.Basım 1973