19 Kasım 2014 Çarşamba

CADI AVI VE KAPİTALİZM


‘’Modern çağın başlangıcında yüz binlerce ‘’cadı’’nın idamı ve kadınlara karşı yürütülen bir savaş ile kapitalizmin yükselişinin aynı zamana denk gelmesi nasıl açıklanabilir?’’

Silvia Federici’ye göre ‘’cadılara uygulanan zulmün hangi özel tarihsel koşullar altında mümkün olabildiği ve kapitalizmin yükselişinin kadınlara karşı soykırıma varan saldırılara ihtiyaç duymasının nedenleri hiç incelenmemiştir.’’

Tarımsal kapitalizm, toprakta özel mülkiyet anlayışını getirerek kırsaldaki halkın yoksullaşma sürecini başlattığında buna en büyük tepkiyi kadınlar göstermişlerdir. Bu sürece ‘’çitleme’’ adı verilir ki, bu duruma savaş açanların başında yine kadınlarının olduğunu görürüz.  Federici’nin verdiği örneklerden biri şöyle “ 1608’de kırk kadın Waddingham’da çevrilen bir alanın ‘’çitlerini yıkmaya’’ gitti ve 1609’da Dunchurch’taki bir monarda ‘’aralarında evli kadınların, dulların, bekar yaşlı kadınların ve genç kızların çitleri yıkmak ve hendekleri kapatmak üzere bir gece toplandı. Yine York’ta, Mayıs 1624’te kadınlar çitlenmiş bir alanı yerle bir etti ve bu yüzden hapse atıldı. Bunlar, hayatları tehdit edildiğinde, kadınların ellerinde direnler ve tırpanlarla toprakların çitlerle çevrilmesine ya da çayırların boşaltılmasına direndikleri örneklerden yalnızca bir kaçıdır.(1).

Topraklar kaybedildiğinde, en büyük zararı yine kadınlar görüyor, göçmen işçi ya da sokaklarda başıboş dolaşan serseri olmaları daha zor olduğundan, en büyük tepkiler kadınlardan geliyordu. Topraksız kalan köylü, emeğini ücret karşılığında satmaya başlar başlamaz parasal manipülasyon yoluyla reel ücretler düşürüldü ve yiyecek fiyatları yükselmeye başladı.  1565 Eylül’ünde Antwerp’te,  ‘’yoksullar  sokaklarda açlıktan ölürken,’’ bir depo, içine doldurulan tahılın ağırlığı yüzünden çökmüştü.(Hackett Fischer 1996: 88) Yükselen fiyatların altında en çok ezilenler deyine kadınlardı. İşte bu yüzden, ikincil statülerine rağmen, yiyecek fiyatları arttığında ya da tahıl stoklarının ilçeden taşındığına dair dedikodular yayılınca hemen sokaklara çıkanlar da kadınlar olmuştur. 1652 yılında ‘’sabahın erken saatlerinde, yoksul bir mahallede, bir kadın kucağında açlıktan ölen çocuğuyla ağlayarak sokakları arşınlamasıyla’’ başlayan Cordoba isyanında olan şey tam da buydu.(2)

16.yy’ın ortalarına gelindiğinde vatandaşların sayısının bir ulusun zenginliğini belirlediği fikri bir aksiyom haline gelmiştir. Fransız politik düşünür ve demonolog Jean Bodin, ‘’Çok fazla tebaaya ya da çok fazla vatandaşa sahip olmaktan asla korkulmamalıdır, ne de olsa bir devletin gücünü oluşturan insandır’’, diye belirtir. 4.Henry’nin ‘’bir kralın gücü ve zenginliği vatandaşlarının sayısına ve refahına bağlıdır’’ sözü bu çağın nüfusla ilgili görüşlerinin adeta özetini verir.(3) Buna bağlı olarak, iş gücünün yeniden üretiminin temel kurumu olarak aileye yeni bir önem verilmeye başlandı. Bu gelişmelere eş zamanlı olarak, nüfus sayımlarının başladığını, ve devletin cinselliğin, doğurganlığın ve aile hayatının denetimine müdahale ettiğini görürüz.(4)Bu gelişme kadınlar açıdan tarihsel bağlamda oldukça kritiktir, çünkü toplumsal ve siyasal bir karar olarak ortaya konulan şey, kadının doğurganlığının devlet denetimine girmesi, kadının birincil görevinin çocuk doğurması anlamına indirgenmesi, doğumun kontrolünü kadının elinden alıp kendi dışındaki güçlere teslim edilmesi; yine kadının ekonomik ve siyasal kararlara müdahalesinin önlenmesiyle birlikte,  toplumun dışında kalmasına ve bir “çocuk üreticis” konumuna itilmesine yol açmıştır.
Bu sürecin öncesinde kadınlar, şifalı otları bilen, hastalık, istenmeyen gebelik gibi durumlarda bunları kullanabilecek bilgiye ve donanıma sahipken, devletin doğum teşviki ve kurumsal olarak bunun izini sürme kararı alışıyla birlikte, bebeğinin ölümüne sebebiyet veren  ya da gebeliğinin sonlanmasına kendi kendine karar veren kadınların cezalandırılması yoluna gidilmiş, ilk cadı avı süreci de bu şekilde başlamıştır.
 17.yyda ise kadının itibarsızlaştırılma mücadelesine girişildiğine ve toplumsal olan tüm alanlardan birer birer uzaklaştırıldığına şahit olmaktayız. Örneğin kadınlar Fransa’da ‘’gerizekalı’’ ilan edilerek sözleşme yapma ve mahkemede kendilerini temsil etme haklarını kaybetmişlerdir. Alman kadınların yalnız başlarına ya da başka kadınlarla birlikte, yoksulsalar aileleriyle birlikte yaşamaları bile yasaklandı, çünkü bu şekilde münasip bir şekilde denetlenemeyecekleri düşünülüyordu. Akdeniz ülkelerinde kadınlar ücretli mesleklerinin yanı sıra sokaklardan da kovuldu. Sokaklarda yalnız başına dolaşan bir kadın, alaylara ve cinsel saldırılara maruz kalma riskiyle karşı karşıyaydı. İngiliz kadınlarının evlerinin önünde oturmaları kınanır, kadın arkadaşlarıyla fazla vakit geçirmemeleri salık verilir oldu (aynı dönemde kadın arkadaş anlamına gelen ‘’dedikodu’’ kelimesi aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başladı.) Hatta kadınların evlendikten sonra ailelerini sık sık ziyaret etmemeleri öğütleniyordu.(5) Nüfusun azalışının kadının ev içi emeğinin teşvik edilmesini gerektirdiği Meksika ve Peru’da, İspanyol otoriteleri tarafından, yerli kadınların elinden otonomileri alan erkek yakınlarına onlar üzerinde daha çok iktidar tanıyan yeni bir cinsel hiyerarşi kuruldu. Yeni kanunlar uyarınca, evli kadınlar erkeklerin mülkü haline geldi ve geleneklerinin tersine erkeklerin evlerine yerleşmek zorunda bırakıldılar.(6) Yine kadınlar için geleneksel bir meslek olan ebelik, kilise tarafından eğitim almayan kişilere yasak hale getirildi, bu da eğitim alma hakkı bulunmayan kadınının tıp alanından dışlanması anlamına geliyordu. Bu şekilde de 14- 17yy arasında tıbbın erkek egemenliğindeki bir meslek haline geldiği görülüyor. Kilise hem gerçek bir korkuya kapıldığı için, hem de var olan korku ve saldırganlık duygularını kanalize etmek için ebeleri ve bilge kadınları hedef göstererek onları şeytanın aletleri ve suç ortakları ilan etti.( Berktay 1991: 223
Ve ardından kadınların büyü yapma güçlerine karşı tüm erkler tarafından geniş çaplı bir savaş başlatıldı.Çünkü, Francis Bacon’un da söylediği gibi ‘’Büyü sanayiyi yok eder’’di. (Bacon 1870: 381) Bu konuda yine Hobbes’e kulak verdiğimizde ‘’Batıl itikatlar ortadan kaldırıldığında, insanların eskisine göre sivil itaate daha uygun hale gelecekler’’ dediğini duyar ve kapitalizmin sözcüleri konumundaki bu insanların kadınlara rağmen gelişmekte olan ekonomik sistem yararına toplumdaki kadın düşmanlığını körükleyenler olduklarını görürüz. Cadı avı erkeklere kadınların güçlerinden korkmayı öğreterek, kadın -erkek ayrımını derinleştirmiş ve kapitalist iş disipliniyle uyuşmayan pratikleri inançlar ve toplumsal özneler dünyasını yok ederek toplumsal yeniden üretimin esas unsurlarını yeniden tanımlamıştır. (236) Buraya kadarki kısımdan da anlaşılacağı gibi, cadı avı ve kadının toplumda itibarsızlaştırılması süreci, karanlık çağ olarak da ifadelendirilen ortaçağlara değil, kapitalizmin varlığını ortaya koymaya başladığı 16 ve 17 yy’a ait bir tarihsel olgudur.

Peki kimdir ‘’cadı’’olarak suçlananlar ve onları bu şekilde itham edenler?

Ellerinden tek geçim kaynakları olan toprakları alınan köylüler, göçmen işçiler, ücretli sanayi işçisi, ya da
işsizler ordusunun bir üyesi olarak yaşamlarına devam ederken, kadınlar erkeklerin aldıkları ücretten çok daha azına çalıştırılmaya başlanarak ekonomik alandan eve doğru bir itilişe maruz bırakılmıştır. Arzu edilen şey de tam olarak budur zaten; kapitalist sistemin iliğine kadar sömürdüğü, verdiği ücretle giderlerini kılı kılına karşılayabildiği mutsuz, umutsuz ve endişeli  erkeği, evin  sorunları ve ev içi emekten uzaklaştırarak kendine daha verimli olacak modern köle ordusu yarattığında, bunları teskin edecek kadınların her an yanlarında olmalarını sağlamak… Kadın ve erkeğin toplumsal olarak birbirlerine yabancılaştırılması ve ötekileştirilmesi sürecinin köklerine cadı avı denilen ‘’kadın nefreti’’ ve ‘’kadının gücüne olan korku’’fenomeninden ulaşmak mümkündür. Kendisi ve çocukları aç kalan, dul, yaşlı, ya da ailesini kaybetmiş olanlar kadınlar, ev ev gezerek kendilerine yiyecek istemeye başladıklarında, bu, toplumdaki zenginler arasında kaygı ve endişe uyandırmaya başlar. Bu kadınların ölüm cezası almalarını gerekli görenlerin suçlamalarından örnekler şu şekilde;
1566 yılında Chelmsford’da asılan Waterhouse Ana, biraz ekmek ya da yağ dilendiği ve komşularının çoğuyla münakaşa ettiği anlatılan ‘’oldukça yoksul bir kadındı’’. Chelmsford cadılarından Elizabeth Francish, azıcık eski maya vermeyi reddetti diye komşularından birini lanetlemiş, kadının o günden beri kafasında inanılmaz bir acı peyda olmuştu. Staunton Ana, bir komşusu kendisine maya vermeyi reddedince arkasını dönüp giderken ‘’şüphe uyandıracak şekilde mırıldanmış, bunun üzerine komşusunun çocuğu şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. 1582 yılında Osyth’te asılan Ursula Kemp kendisine biraz peynir vermeyi reddeden bir Dükü topal etmiş; yine aynı şekilde biraz temizlik malzemesi vermeyi reddetti Agnes Letherdale’nin çocuğunun poposunda şişlik oluşmasına neden olmuştu.(Rosen 1969:76-119)
Rosen’in aktardığı örneklerden anlaşılabileceği gibi, yoksul, alt tabaka insanlarının kendilerini rahatsız etmelerinden çekinenlere oynadıkları kanlı ve acımasız bir oyundan başka bir şey değildir ‘’cadı avı’’. Yaşamak ve ailesini yaşatabilmek için komşularından ve çevresinden yardım dilenen yoksul sınıfı gözden kaybettirme ve sindirme, bunu da kadınlar üzerinden gerçekleştirme politikası tüm iktidar güçlerinin el ele vermesi sayesinde başarıya kavuştu. Kiliseye güvenip onun yolunu izlerlerse ebediyen bu şeytan belasından ve onun temsil ettiği her şeyden kurtulabilirlerdi. Bunun için de bu şaibeli kişiler ihbar edilecek olursa, kilise ve laik otoriteler elbirliği yapıp onları yargılar ve ortadan kaldırırlardı. Böylece, zengin ve yoksul, güçlü ve güçsüz, Protestan ve Katolik, gizli ya da açık bir şekilde işbirliği yaparak, binlerce okumasız yazmasız köylü kadının işkence görmesinde ve öldürülmesinde suç ortalığı yapmıştır.(Berktay 1991:233)
 Sonuç olarak; kurulmaya çalışılan yeni ekonomik sistem uğruna, sağduyusuyla, oynanılan toplumsal, siyasal, ekonomik oyunların ilk farkına varacaklardan olduğu bilindiğinden, on binlerce kadın, asılsız suçlamalar ya da masum ve insani talepleri bahane edilerek ortadan kaldırılmıştır.


Gülşah KÖKSAL
17.05.2012 Hınıs/ ERZURUM


BAHSİ GEÇEN ESERLER

1-Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Otonom Yay. 1.Basım 2012
2-Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti,  Metis Yay. ,3.Basım 2010
3-Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere Yay.,3.Basım1998
4-Sheila Rowbotham, Kadın Bilinci Erkek Dünyası , Payel Yay., 1.Basım 1973

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder