Daha önce
duymadığınız şeyler söyleyen bir kitaba tesadüf etmek büyük şanstır. Ufkunuz
açılır en klasik tabirle, ama daha da önemli bir nokta vardır; siz, o kitabı
elinize almadan önceki siz değilsinizdir artık. Başka bir pencere açılır önünüzde.
Her şey başka türlü görünmeye başlar...
Deborah
Lupton’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ’Duygusal Yaşantı’ adlı kitabıyla
Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ benim için böyle kitaplardır.
Ortaçağ’da
beden, onu çevreleyen tüm süreçlerin, toplumsal ilişkilerin, iktidarın doğrudan
içinde yer almaktadır. Hükümdarın ona doğrudan sahipliği söz konusudur.
Tebaanın bedeni, hükümdarın özel mülkiyetinin bir kalemidir sadece. Tüm hakkı
ve tasarrufu devlete aittir. İktidar kendi özel malına dilediğini yapabilir;
parçalayabilir, işkence edebilir, yakabilir vs. Bunun için hiç kimseden izin
almaya ihtiyacı yoktur; çünkü karşısında bir muhatap yoktur. Bu nedenle,
kişinin bedeniyle ilişkisi de bugünkünden farklı olacaktır..
Bedenin bir
iktidar nesnesi olduğu modern devletlerin söylemlerinde yer almaz . Bedenin ve
onun bütünlüğünün korunması esası söz konusudur artık. iktidarın bedeni çok
değerli gördüğü için ona işkence etmeyi bıraktığını, acı veren birtakım cezalar;
giyotin, idam gibi uygulamalardan kaçındığı gibi bir yanılgıya düşürebilir
hepimizi. Foucault’un biyopolitika ve biyoiktidar tanımlarında da yer aldığı
gibi, işin aslı böyle değildir. Meselenin aslı, kabaca, yaşanılan ekonomik
dönüşümlerle birlikte, iktidar ile halkın ilişki biçimimin değişmesidir.
Ulus devletlerin
kurulması, ülkelerin birer birer monarşiden demokratik yönetimlere doğru
geçmesi ile birlikte, devlet bireyin sahibi olmaktan çıkıp, onun hukuki
dayanağı haline gelmiştir. Dolayısıyla bireylerin bedeni üzerindeki tasarruf
hakkı da ortadan kalkmış ve tüm düzenlemeler/cezalar, hukuk aracılığıyla
yapılmaya başlanmıştır.
ORTAÇAĞ’DAN
GÜNÜMÜZE BEDEN
16.
yüzyıldaki kaynaklara bakıldığında bedenin dört öz sıvıdan oluştuğu kabul edilirdi:
Safra, sevda safrası, kan ve balgam. Kişilik özelliklerini farklı kılanın,
hastalıklara sebep olan temel şeyin de bu sıvıların dengesindeki değişimler
olduğu düşünülürdü.
Kan ve Sevda
Safrası: Sıcak mizaçlı kişilerin karaktersizliğiydi. İki uçta olurlardı;
samimi, sıcak; neşeli, asabi; çabuk sinirlenen ve fevri.
Safra ve
Balgam: Kayıtsız özelliklere sahip soğuk mizaçlı bireyler ortaya çıkarır.
Arzu edilen
ideal kişiliğin ortaya çıkması bu sıvıların bir bedende dengeli dağılmasına
bağlı diye düşünülürdü.
Beden
gözenekliydi; dışkılama, cinsel kirlenme, kusma gibi bir süreçler dizisinin
kabı olarak kabul edilirdi ve bunların hiçbiri tiksindirici ya da iğrenç şeyler
olarak görülmezdi.
Peki ne oldu
zamanla? Tıp gelişmeye başladı yavaş yavaş, peki; ama insan nasıl oldu da kendi
içsel sıvılarını tiksindirici ve iğrenç kabul etmeye, onları herkesten
gizlemeye, dahası yok saymaya başladı?
İnsanlık,
geçtiğimiz birkaç yüzyıl öncesine kadar büyük oranda ev içi üretim yapmakta,
kendi yakın çevresi ve akrabaları ile büyüyüp yaşlanmakta, yine, yabancı
kimselerle neredeyse hiç temasa girmeden, doğduğu yerde hayata gözlerini
yummaktaydı. Toprak kapitalizminin işsiz bıraktığı insanların sanayide
çalışmaya mecbur kalması ile birlikte ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘başkası’ ile bir
arada olma zorunluluğu ortaya çıktı. Kişinin kendisini ‘içeri’, toplumu ve
başkalarını ‘dışarı’ kabul etmesiyle birlikte utanma, sakınma ve kendini kendini
denetleme durumları yaşanmaya başlandı. ‘’İdeal beden temasa daha çok kapandı.
Mahrem alışkanlıklar, beden atıklarının nasıl temizleneceği ile beden görgüsü
birbirine daha çok bağlandı.’’
18. Yüzyıla
kadarki mimari yapıya bakıldığında, evlerin içinde ‘yatak odası’ diye bir
bölüme rastlanmamakta. (Bugün ülkemizde de hâlâ, çoluk çocuk birlikte uyunan
kültürler var. Onların geleneksel ve kapalı toplumlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda,
durum çok da abes görülmeyecektir.) Yine bu dönemlerde ailenin doğal üyesi
olmayan -köle gibi kişilerin de aile üyeleriyle birlikte yemek yediği ve
onlarla birlikte uyuduğu bilinmekte. ‘Pijama’nın da bu dönem ortaya çıkan bir
yenilik olduğunu parantez içinde söyleyebiliriz.
‘’Erken
modern Avrupa toplumlarında uygarlaşmış kişi, özerk ve kapanık bir varlık
olarak kendini ayrı tutabilen, -duyguları dahil, bedensel işlev ve
hareketlerini yüksek derecede denetleyebilen, özelleşmiş birey olarak görülmeye
başlandı.’’, diyor Lupton. 19. Yüzyılla birlikte grotesk beden iğrenme kaynağı
oldu. İçsel sıvıları kontrol edememek, bedeni toplumun ideal kabul ettiği
ölçüler içinde tutamamak, başkalarının beden akışkanlarıyla temasa geçmek
iğrenç ve kabul edilemez, tiksindirici ve tehlikeli kabul edilmeye başlandı. Gözyaşlarını
tutmakta zorlanan bir erkeğin, yemek yemeği seven şişman bir kadının ‘’zayıf
karakterli’’ kişiler olarak yaftalanıp, aşağılanması da bu değişen bakış
açısının sonucu.
Akışkanlık ve sıvılık dendiğinde de akla ilk
önce kadın gelir oldu. ‘’Dişi beden kültürel açıdan erkeğe göre daha geçirgen,
kaçınılmaz ve denetlenemez biçimde sızıntılı, akıntıya eğilimli.’’ Kadınlar
gözyaşları dahil tüm içsel sıvılarını sıkı biçimde kontrol etmeli, katı
diyetler uygulayarak dişil eti yavaş yavaş ortadan kaldırmalı, kapalı, kuru,
eril beden idealine varmalı ya da yaklaşmalılardı.
----------
Algılarımız,
kabullerimiz ya da reddettiklerimiz, yaşadığımız dönemin öne çıkan tüm
özellikleriyle birbirine sıkı sıkıya bağlı. Kimyasal temizlik ürünleri olmadığı
için onlar bizden önceki çağlarda yaşayanlar daha pis, kirli değillerdi; sadece
‘hijyen saplantısı’’ yaratılmamıştı onlarda ve doğayla uyumlu bir yaşam
sürülmekteydi. Giyotin kullanan, ya da iktidar kavgaları yüzünden birbirini
öldüren egemenler bu çağın insanlarından daha barbar ya da daha zalim
değillerdi. Bugün bedenin gözetim, denetim ve kapama işlemlerinin yaygınlığı ve
süresi göz önüne alındığında işkencenin sadece dönüşüme uğradığını fark etmek
zor değil. Bir Kibele heykelciğine, modern dünyanın kadın algısıyla bakıp anlam
vermeye çalışıyoruz; ‘koca memeler, iri kalçalar, yağ bağlamış bir göbek neden
tanrısal kabul edilmişti ki?’ diye düşünüyoruz; halbuki birkaç yüzyıl öncesine
kadar bunlar hala önemseniyor, arzu ediliyor ve tiksindirici kabul edilmiyordu.
Diyeceğim o
ki, biz biyoiktidarların biyopolitik uygulamalarına, yaşamın her noktasında
maruz kalmış insanlar, geçmiş çağları ve insanlarını anlamak için, gözlerimize
takılan ‘’biyopolitika’’ gözlüklerini
bir kenara bırakarak tarihin sayfaları arasında gezinmeye yeniden başlamalıyız.
Ben, bahsettiğim bu iki kitap sayesinde bu şansa muktedir olduğumu düşünüyorum.
Ben, bahsettiğim bu iki kitap sayesinde bu şansa muktedir olduğumu düşünüyorum.
Gülşah
Köksal
Kaynaklar:
1- Duygusal Yaşantı / Deborah Lupton Ayrıntı Yay. 1. Basım 2002
1- Duygusal Yaşantı / Deborah Lupton Ayrıntı Yay. 1. Basım 2002
2-
Hapishanenin Doğuşu / Michel Foucault İmge Kitabevi 4. Baskı 2013