31 Ekim 2016 Pazartesi

İKTİDAR VE BEDEN


Daha önce duymadığınız şeyler söyleyen bir kitaba tesadüf etmek büyük şanstır. Ufkunuz açılır en klasik tabirle, ama daha da önemli bir nokta vardır; siz, o kitabı elinize almadan önceki siz değilsinizdir artık. Başka bir pencere açılır önünüzde. Her şey başka türlü görünmeye başlar...
Deborah Lupton’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ’Duygusal Yaşantı’ adlı kitabıyla Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ benim için böyle kitaplardır.
Ortaçağ’da beden, onu çevreleyen tüm süreçlerin, toplumsal ilişkilerin, iktidarın doğrudan içinde yer almaktadır. Hükümdarın ona doğrudan sahipliği söz konusudur. Tebaanın bedeni, hükümdarın özel mülkiyetinin bir kalemidir sadece. Tüm hakkı ve tasarrufu devlete aittir. İktidar kendi özel malına dilediğini yapabilir; parçalayabilir, işkence edebilir, yakabilir vs. Bunun için hiç kimseden izin almaya ihtiyacı yoktur; çünkü karşısında bir muhatap yoktur. Bu nedenle, kişinin bedeniyle ilişkisi de bugünkünden farklı olacaktır..
Bedenin bir iktidar nesnesi olduğu modern devletlerin söylemlerinde yer almaz . Bedenin ve onun bütünlüğünün korunması esası söz konusudur artık. iktidarın bedeni çok değerli gördüğü için ona işkence etmeyi bıraktığını, acı veren birtakım cezalar; giyotin, idam gibi uygulamalardan kaçındığı gibi bir yanılgıya düşürebilir hepimizi. Foucault’un biyopolitika ve biyoiktidar tanımlarında da yer aldığı gibi, işin aslı böyle değildir. Meselenin aslı, kabaca, yaşanılan ekonomik dönüşümlerle birlikte, iktidar ile halkın ilişki biçimimin değişmesidir.
Ulus devletlerin kurulması, ülkelerin birer birer monarşiden demokratik yönetimlere doğru geçmesi ile birlikte, devlet bireyin sahibi olmaktan çıkıp, onun hukuki dayanağı haline gelmiştir. Dolayısıyla bireylerin bedeni üzerindeki tasarruf hakkı da ortadan kalkmış ve tüm düzenlemeler/cezalar, hukuk aracılığıyla yapılmaya başlanmıştır.

ORTAÇAĞ’DAN GÜNÜMÜZE BEDEN
16. yüzyıldaki kaynaklara bakıldığında bedenin dört öz sıvıdan oluştuğu kabul edilirdi: Safra, sevda safrası, kan ve balgam. Kişilik özelliklerini farklı kılanın, hastalıklara sebep olan temel şeyin de bu sıvıların dengesindeki değişimler olduğu düşünülürdü.
Kan ve Sevda Safrası: Sıcak mizaçlı kişilerin karaktersizliğiydi. İki uçta olurlardı; samimi, sıcak; neşeli, asabi; çabuk sinirlenen ve fevri.
Safra ve Balgam: Kayıtsız özelliklere sahip soğuk mizaçlı bireyler ortaya çıkarır.
Arzu edilen ideal kişiliğin ortaya çıkması bu sıvıların bir bedende dengeli dağılmasına bağlı diye düşünülürdü.
Beden gözenekliydi; dışkılama, cinsel kirlenme, kusma gibi bir süreçler dizisinin kabı olarak kabul edilirdi ve bunların hiçbiri tiksindirici ya da iğrenç şeyler olarak görülmezdi.
Peki ne oldu zamanla? Tıp gelişmeye başladı yavaş yavaş, peki; ama insan nasıl oldu da kendi içsel sıvılarını tiksindirici ve iğrenç kabul etmeye, onları herkesten gizlemeye, dahası yok saymaya başladı?
İnsanlık, geçtiğimiz birkaç yüzyıl öncesine kadar büyük oranda ev içi üretim yapmakta, kendi yakın çevresi ve akrabaları ile büyüyüp yaşlanmakta, yine, yabancı kimselerle neredeyse hiç temasa girmeden, doğduğu yerde hayata gözlerini yummaktaydı. Toprak kapitalizminin işsiz bıraktığı insanların sanayide çalışmaya mecbur kalması ile birlikte ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘başkası’ ile bir arada olma zorunluluğu ortaya çıktı. Kişinin kendisini ‘içeri’, toplumu ve başkalarını ‘dışarı’ kabul etmesiyle birlikte utanma, sakınma ve kendini kendini denetleme durumları yaşanmaya başlandı. ‘’İdeal beden temasa daha çok kapandı. Mahrem alışkanlıklar, beden atıklarının nasıl temizleneceği ile beden görgüsü birbirine daha çok bağlandı.’’
18. Yüzyıla kadarki mimari yapıya bakıldığında, evlerin içinde ‘yatak odası’ diye bir bölüme rastlanmamakta. (Bugün ülkemizde de hâlâ, çoluk çocuk birlikte uyunan kültürler var. Onların geleneksel ve kapalı toplumlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda, durum çok da abes görülmeyecektir.) Yine bu dönemlerde ailenin doğal üyesi olmayan -köle gibi kişilerin de aile üyeleriyle birlikte yemek yediği ve onlarla birlikte uyuduğu bilinmekte. ‘Pijama’nın da bu dönem ortaya çıkan bir yenilik olduğunu parantez içinde söyleyebiliriz.
‘’Erken modern Avrupa toplumlarında uygarlaşmış kişi, özerk ve kapanık bir varlık olarak kendini ayrı tutabilen, -duyguları dahil, bedensel işlev ve hareketlerini yüksek derecede denetleyebilen, özelleşmiş birey olarak görülmeye başlandı.’’, diyor Lupton. 19. Yüzyılla birlikte grotesk beden iğrenme kaynağı oldu. İçsel sıvıları kontrol edememek, bedeni toplumun ideal kabul ettiği ölçüler içinde tutamamak, başkalarının beden akışkanlarıyla temasa geçmek iğrenç ve kabul edilemez, tiksindirici ve tehlikeli kabul edilmeye başlandı. Gözyaşlarını tutmakta zorlanan bir erkeğin, yemek yemeği seven şişman bir kadının ‘’zayıf karakterli’’ kişiler olarak yaftalanıp, aşağılanması da bu değişen bakış açısının sonucu.
 Akışkanlık ve sıvılık dendiğinde de akla ilk önce kadın gelir oldu. ‘’Dişi beden kültürel açıdan erkeğe göre daha geçirgen, kaçınılmaz ve denetlenemez biçimde sızıntılı, akıntıya eğilimli.’’ Kadınlar gözyaşları dahil tüm içsel sıvılarını sıkı biçimde kontrol etmeli, katı diyetler uygulayarak dişil eti yavaş yavaş ortadan kaldırmalı, kapalı, kuru, eril beden idealine varmalı ya da yaklaşmalılardı.
----------
Algılarımız, kabullerimiz ya da reddettiklerimiz, yaşadığımız dönemin öne çıkan tüm özellikleriyle birbirine sıkı sıkıya bağlı. Kimyasal temizlik ürünleri olmadığı için onlar bizden önceki çağlarda yaşayanlar daha pis, kirli değillerdi; sadece ‘hijyen saplantısı’’ yaratılmamıştı onlarda ve doğayla uyumlu bir yaşam sürülmekteydi. Giyotin kullanan, ya da iktidar kavgaları yüzünden birbirini öldüren egemenler bu çağın insanlarından daha barbar ya da daha zalim değillerdi. Bugün bedenin gözetim, denetim ve kapama işlemlerinin yaygınlığı ve süresi göz önüne alındığında işkencenin sadece dönüşüme uğradığını fark etmek zor değil. Bir Kibele heykelciğine, modern dünyanın kadın algısıyla bakıp anlam vermeye çalışıyoruz; ‘koca memeler, iri kalçalar, yağ bağlamış bir göbek neden tanrısal kabul edilmişti ki?’ diye düşünüyoruz; halbuki birkaç yüzyıl öncesine kadar bunlar hala önemseniyor, arzu ediliyor ve tiksindirici kabul edilmiyordu.
Diyeceğim o ki, biz biyoiktidarların biyopolitik uygulamalarına, yaşamın her noktasında maruz kalmış insanlar, geçmiş çağları ve insanlarını anlamak için, gözlerimize takılan  ‘’biyopolitika’’ gözlüklerini bir kenara bırakarak tarihin sayfaları arasında gezinmeye yeniden başlamalıyız.
Ben, bahsettiğim bu iki kitap sayesinde bu şansa muktedir olduğumu düşünüyorum.

Gülşah Köksal
Kaynaklar:
1- Duygusal Yaşantı / Deborah Lupton Ayrıntı Yay. 1. Basım 2002
2- Hapishanenin Doğuşu / Michel Foucault İmge Kitabevi 4. Baskı 2013


1 yorum:

  1. Yazıyı çok beğendim, kaynaklarını yazmışsın (hatta alacağım da,bir de Suskind'in AŞK ve ÖLÜMünü...) ama hiç " yok. Doğrudan alıntı yapmadın demek ki...

    YanıtlaSil