‘’Keşke, öğrencilik
yıllarımda ‘’Anne Frank’ın Defteri’’ni öneren, aklı başında, kültürlü
(entelektüel bile diyemiyorum, o çok üst seviye bir arzu oluyor maalesef bu
ülke koşullarında), okuyan bir öğretmenim olsaydı, ben bu kitabı bu kadar geç
okumuş, Semih Gümüş’ün kitap önerilerinde ilk kez duymuş olmasaydım da, dokuz
yıllık öğretmenlik hayatım boyunca, pek çok öğrencimle bu harika karakter
hakkında konuşabilmiş, onlara bu gerçek öyküyü ulaştırabilmiş olsaydım..’’
dedim kitabın her sayfasında.
Anne Frank, Hollanda’da
yaşayan bir Yahudi ailenin on üç yaşındaki küçük kızı… Almanların Hollanda’yı
işgal etmesi üzerine, babasının çalıştığı ofisin arkasında yer alan ve onun
‘’Arka Ev’’ diye tabir ettiği gizli yere, sekiz kişi ile birlikte sığınırlar.
Anne, giderken yanına, Kitty adını verdiği güncesini de alır ve 12 Haziran 1942
ile 1 Ağustos 1944 yılları arasında yaşanılanları, tüm içtenliği, saflığı ve
bilgeliği ile sayfalara aktarır. Güncenin kitap haline gelme süreci ise arka
kapakta şu şekilde aktarılır:
‘’(…) Hollanda
hükümetinin Kültür ve Bilim Bakanı Bolkenstein’in radyodaki konuşmasını
dinleyene kadar günlüğünün sayfalarını yalnızca kendi için doldurmuştu. Ancak
Bolkenstein radyo konuşmasında gelecek kuşakların savaşta ne gibi dehşetler
yaşandığını tam anlamıyla anlaması için, Hollanda halkının Almanlardan gördüğü
zulme şahitlik eden tüm belgelerin toplanıp yayımlanması gerektiğini söylüyor;
örnek olarak da günlükleri veriyordu. Bu sözlerden çok etkilenen Anne Frank,
Savaştan sonra bir kitap çıkarmaya karar verdi. Günlükleri bu kitap için temel
olacaktı.
Ne var ki Anne Frank,
1945 yılının Mart ayında, on beş yaşındayken Bergen Belsen yakınlarında öldü.
Günlüğü ise ailenin hayatta kalan tek üyesi Baba Otto Frank yayımladı.’’
Anne’nin kişilik
özellikleri, duygusal yapısı, içinde kopan ergenlik fırtınaları ve bunları
ifade ediş biçimi, gözlem yeteneği, uyumsuzluğu ve ‘’çokbilmiş’’ diye ti-ye
alınan bilge duruşu bana aynı yaş dönemindeki günlerimi anımsattı. ‘’Ben de
duygularımı ve gözlerimi dile getirirken bu kadar başarılı olabiliyor muydum
acaba?’’, diye düşündürttü. Kitabın kapağında yer alan fotoğrafına bakıp durdum
sıkça, uzun uzun. Görünüş olarak da çok benziyorduk birbirimize, evet; ben
Yahudi değildim, o zulme tanıklık etmemiştim, ve onun iki katı kadar daha fazla
yaşayabilmiştim… Ama belki de, Anne’nin yarım kalan serüvenini tamamlamak için,
onun ruhunu geçirerek üzerime bu dünyaya gelmiştim…
Kitaplarına, yeni şeyler
öğrenmeye, dolmakalemlerine, hayali mektup arkadaşı ‘’Kitty’’e deli gibi
tutkun; sorgulayan, doğru diye dayatılan hiçbir şeyi, akıl süzgecinden ve
yüreğinden geçirmeden hayatına dahil edemeyen; haksızlık karşısında çileden
çıkan, öfkesini kontrol etmekte zorlanan, ama mutluluğu da tüm coşkusu ile
yaşayan, bir asi ergen Anne…
Aslında büyük kısmımız,
yaşamımızın önemli dönemlerinde birbirimize çok benzer davranışlar
sergiliyoruz. Pek çoğumuz mesela, bir defterin vereceği huzura canı gönülden
inanarak bir ‘’Sevgili Günlük’’ arkadaşı ediniyoruz ilk gençlik dönemlerimizde.
Kuşkusuz iç sesimiz yürütüyor bizleri o ‘’defter dost’’a doğru adım adım.
İnsanın kendi dünyasının gizli dehlizlerinde sessizce yürümeye başlaması,
karanlık noktalarının üzerine ışık tutup, oralarıyla tanışıp kaynaşması,
rahatladığını hissedip nefes almaya başlaması gibi nimetler sunuyor bu süreç;
kişinin kendisiyle başbaşa, kendine doğru yazma-yürüme süreci…
Kendimden biliyorum;
gerçek bir yoldaş insana kağıt ve mürekkep… Ekmek kadar, su kadar elzem varlığı…
(Robinson Cruouse’un da tüm yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabildiği o ıssız
adada, yoksunluğundan en muzdarip olduğu şey değil midir bunlar…)
Kimileri mat, boş,
selülozdan ibaret bir şey gibi görebilir bir dosya kağıdını, bir defter
yaprağını, ama bilenler için o mat, boş, odundan türemiş selülozlu parça bir
ayna kadar bizi bize gösteren, büyüleyici bir yansıtıcının ta kendisidir.
Kişinin kendisini gerçek ebatlarıyla görebildiği, ve yine, kendisine
seslenip, iç sesinden cevaplar
alabildiği tek gerçek mecradır. Ruhun bütün kirini pasını üzerine silip temize
çıktığımız bir ıslak havludur, bembeyaz; kimi zaman karşısında dağılmış
saçlarımızı ve bozulmuş makyajımızı düzeltip güzelleştiğimizi hissettiğimiz bir
ayna… Ne olduğu ve ne işe yaradığı tam da o anki duygu durumuna bağlıdır
aslında.
‘’Kalbini onurlandırmak
zorundasın, geriye kalanın dehşetinden seni ancak bu kurtarır’’, der Umay Umay.
Kalbimizi onurlandırma zamanlarının en
kıymetli mekanıdır o beyaz kağıt parçası. Kalbimize seslendiğimiz, onunla uzun uzun
dertleştiğimiz, koyu sohbetlere daldığımız, yaralarına şefkatle pansumanlar
yaptığımız yegane yer, bir ‘’dost defter’’ sayfalarıdır biz -güncenin büyüsüne
kapılmış kişiler için. Çünkü, benzersizliğimizi somutlaştırdığımız,
belgelediğimiz, varlığımızı kendi ellerimizle tescillediğimiz yerdir güncelerimiz.
‘’Bir gün’’ün değerini ve
önemini, bir günce yazardan daha iyi kim bilebilir? Deftere her an kaydedilmese
bile, tüm anlar hissedilerek yaşanılır… Kişi, kendinin anların toplamından
ibaret bir taş duvar gibi yükselmekte olduğunun farkındadır.
Yaşama şükran, yaşama
isyan, hep o boş satırlar üzerinden yapılır, yazı ruhumuzu rahatlatır,
hafifletir, bağışlatır, yatıştırır, sorgulatır…
Günce tutmak, Cioran’ın
tabiriyle, biraz da ‘’’duyumların sekreteri’’ olmaktır.
--------------
Canım Anne,
Yaşının ne çok üstünde
bir bilinçle sürüklemeye çalışmışsın o küçük bedenini… Küçük bir bedenin
üzerine geçirilmiş kilolarca ağırlıktaki bir zırh gibi, ne kadar ağır ruh
yerleştirilmiş içine… Ve, onun sana kattığı anlamı ne kadar erken fark etmiş,
hafiflemeye çalışabilecekken gençliğin hovardalığı ile, okuyarak, sorgulayarak,
hiçbir şeyi es geçmeden, insana dair ne varsa, hepsini birer birer, uzun uzun
düşünerek, ne kadar da ağırlaştırmışsın kendini, kendi ağırlığın sana yetmezmiş
gibi…
‘’Bütün insanlar ne kadar
güzel ve iyi olurlardı… eğer her akşam, gün boyu yaşadıklarını gözlerinin önüne
getirip, kendi davranışlarındaki iyi ve kötü olanı bir sınasalardı.
Bilinçaltında bunları her gün yeniden düzeltmeye çalışırlardı ve tabi ki
zamanla bir yerlere ulaşabilirlerdi. Bunu herkes deneyebilir. Bilmeyen biri
öğrenmek ve denemek zorunda: Kendinden emin ve huzurlu olmak insanı güçlü
kılar!’’ (s.322), demişsin 6 Temmuz 1944’te. Bu sana göre ne kadar kolay ve
olağan, ve ne kadar elzem değil mi… Biraz daha yaşamış, daha uzun kalabilmiş
olsaydın bu gezegende, bu düşüncelerini, bu kararlılıkla ve inançla söylüyor
olur muydun; bunu düşündüm okurken. O kadar haklısın ki… Herkes kendinden
başlasa işe, dünya evrenin cenneti olmaya aday olurdu muhakkak, da, bu bize
göründüğü kadar kolay gelmiyor insanların büyük çoğunluğuna.
Keşke yaşamda teğet
geçmiş olmasaydık birbirimize böyle; ben senin hep özlemini çektiğin kız
arkadaşın olabilseydim. Sen de benim… Ama o zaman defterlerimizi ve yazmayı
yaşamımızın ayrılmaz parçaları olarak görmeye devam eder miydik yine?
Günlüğünde kendinle cinsellik, aşk, diplomasi, politika, din, eğitim,
ebeveyn-çocuk ilişkisi, otorite, özgürlük, ilahiyat vb üzerine yaptığın
sohbetleri gerçek bir arkadaşla yapabilmiş olsan, yine böyle ateşli ateşli
günlük notlar tutmaya devam ediyor olur muydun? (Bu soruyu aynı zamanda kendime
de yöneltiyorum. Hem de uzun zamandır…)
Sen bu dünyayı acılar
içinde terk edip gittiğinden beri, senaryo sık sık değişti belki ama, insanoğlu
birbirine acı çektirmekten bir gün olsun vazgeçmedi.
Mesajlarının kendilerine
ulaştığı insanlar zaten güzel yürekliydi. Başka türlüsü düşünülemezdi; temel
kanun bu idi evrende, benzer benzer çekerdi; ama kötüler de birbirini bulmakta
hiç gecikmedi. Onların topları- tüfekleri, füzeleri ile bizim kağıt zırhlarımız
ve metal-kurşun kalem uçlarımız savaşmaya hep devam etti.
Sana iyi haberler
veremiyor olduğum için gerçekten üzgünüm Anne. Koşullar ve şikayet ettiğin
durumlar, doğup- can verdiğin topraklarda biraz daha iyileşmiş olsa da,
dünyanın diğer tarafında, burada, Ortadoğu’da masum insanlar yok yere
öldürülmeye devam ediliyor…
Aileler çocuklarıyla
cinsellik konusunu konuşmada hala çekimser.
Kadınlar toplumdaki
yerinin ve öneminin hala farkında değil. Kendini erkek egemen sistemin gözünden
tanımlamaya devam ediyor.
Dinler hala savaş
halinde. Irklar ve ulus devletler de öyle…
Aç insan sayısı da
artıyor, gıda sektörünün üretme kapasitesi de…
Sen gittiğinden beri
buralarda değişen pek bir şey yok yani anlayacağın.
Umut bir tek, o aynı
şekilde yaşamaya devam ediyor yüreklerde.
Sevgi ve özlemle…
Dostun
Gülşah
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder