31 Ekim 2016 Pazartesi

Ruh Arkadaşından Anne Frank’a Mektup


‘’Keşke, öğrencilik yıllarımda ‘’Anne Frank’ın Defteri’’ni öneren, aklı başında, kültürlü (entelektüel bile diyemiyorum, o çok üst seviye bir arzu oluyor maalesef bu ülke koşullarında), okuyan bir öğretmenim olsaydı, ben bu kitabı bu kadar geç okumuş, Semih Gümüş’ün kitap önerilerinde ilk kez duymuş olmasaydım da, dokuz yıllık öğretmenlik hayatım boyunca, pek çok öğrencimle bu harika karakter hakkında konuşabilmiş, onlara bu gerçek öyküyü ulaştırabilmiş olsaydım..’’ dedim kitabın her sayfasında.
Anne Frank, Hollanda’da yaşayan bir Yahudi ailenin on üç yaşındaki küçük kızı… Almanların Hollanda’yı işgal etmesi üzerine, babasının çalıştığı ofisin arkasında yer alan ve onun ‘’Arka Ev’’ diye tabir ettiği gizli yere, sekiz kişi ile birlikte sığınırlar. Anne, giderken yanına, Kitty adını verdiği güncesini de alır ve 12 Haziran 1942 ile 1 Ağustos 1944 yılları arasında yaşanılanları, tüm içtenliği, saflığı ve bilgeliği ile sayfalara aktarır. Güncenin kitap haline gelme süreci ise arka kapakta şu şekilde aktarılır:
‘’(…) Hollanda hükümetinin Kültür ve Bilim Bakanı Bolkenstein’in radyodaki konuşmasını dinleyene kadar günlüğünün sayfalarını yalnızca kendi için doldurmuştu. Ancak Bolkenstein radyo konuşmasında gelecek kuşakların savaşta ne gibi dehşetler yaşandığını tam anlamıyla anlaması için, Hollanda halkının Almanlardan gördüğü zulme şahitlik eden tüm belgelerin toplanıp yayımlanması gerektiğini söylüyor; örnek olarak da günlükleri veriyordu. Bu sözlerden çok etkilenen Anne Frank, Savaştan sonra bir kitap çıkarmaya karar verdi. Günlükleri bu kitap için temel olacaktı.
Ne var ki Anne Frank, 1945 yılının Mart ayında, on beş yaşındayken Bergen Belsen yakınlarında öldü. Günlüğü ise ailenin hayatta kalan tek üyesi Baba Otto Frank yayımladı.’’

Anne’nin kişilik özellikleri, duygusal yapısı, içinde kopan ergenlik fırtınaları ve bunları ifade ediş biçimi, gözlem yeteneği, uyumsuzluğu ve ‘’çokbilmiş’’ diye ti-ye alınan bilge duruşu bana aynı yaş dönemindeki günlerimi anımsattı. ‘’Ben de duygularımı ve gözlerimi dile getirirken bu kadar başarılı olabiliyor muydum acaba?’’, diye düşündürttü. Kitabın kapağında yer alan fotoğrafına bakıp durdum sıkça, uzun uzun. Görünüş olarak da çok benziyorduk birbirimize, evet; ben Yahudi değildim, o zulme tanıklık etmemiştim, ve onun iki katı kadar daha fazla yaşayabilmiştim… Ama belki de, Anne’nin yarım kalan serüvenini tamamlamak için, onun ruhunu geçirerek üzerime bu dünyaya gelmiştim…
Kitaplarına, yeni şeyler öğrenmeye, dolmakalemlerine, hayali mektup arkadaşı ‘’Kitty’’e deli gibi tutkun; sorgulayan, doğru diye dayatılan hiçbir şeyi, akıl süzgecinden ve yüreğinden geçirmeden hayatına dahil edemeyen; haksızlık karşısında çileden çıkan, öfkesini kontrol etmekte zorlanan, ama mutluluğu da tüm coşkusu ile yaşayan, bir asi ergen Anne…
Aslında büyük kısmımız, yaşamımızın önemli dönemlerinde birbirimize çok benzer davranışlar sergiliyoruz. Pek çoğumuz mesela, bir defterin vereceği huzura canı gönülden inanarak bir ‘’Sevgili Günlük’’ arkadaşı ediniyoruz ilk gençlik dönemlerimizde. Kuşkusuz iç sesimiz yürütüyor bizleri o ‘’defter dost’’a doğru adım adım. İnsanın kendi dünyasının gizli dehlizlerinde sessizce yürümeye başlaması, karanlık noktalarının üzerine ışık tutup, oralarıyla tanışıp kaynaşması, rahatladığını hissedip nefes almaya başlaması gibi nimetler sunuyor bu süreç; kişinin kendisiyle başbaşa, kendine doğru yazma-yürüme süreci…
Kendimden biliyorum; gerçek bir yoldaş insana kağıt ve mürekkep… Ekmek kadar, su kadar elzem varlığı… (Robinson Cruouse’un da tüm yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabildiği o ıssız adada, yoksunluğundan en muzdarip olduğu şey değil midir bunlar…)
Kimileri mat, boş, selülozdan ibaret bir şey gibi görebilir bir dosya kağıdını, bir defter yaprağını, ama bilenler için o mat, boş, odundan türemiş selülozlu parça bir ayna kadar bizi bize gösteren, büyüleyici bir yansıtıcının ta kendisidir. Kişinin kendisini gerçek ebatlarıyla görebildiği, ve yine, kendisine seslenip,  iç sesinden cevaplar alabildiği tek gerçek mecradır. Ruhun bütün kirini pasını üzerine silip temize çıktığımız bir ıslak havludur, bembeyaz; kimi zaman karşısında dağılmış saçlarımızı ve bozulmuş makyajımızı düzeltip güzelleştiğimizi hissettiğimiz bir ayna… Ne olduğu ve ne işe yaradığı tam da o anki duygu durumuna bağlıdır aslında.
‘’Kalbini onurlandırmak zorundasın, geriye kalanın dehşetinden seni ancak bu kurtarır’’, der Umay Umay. Kalbimizi onurlandırma zamanlarının  en kıymetli mekanıdır o beyaz kağıt parçası. Kalbimize seslendiğimiz, onunla uzun uzun dertleştiğimiz, koyu sohbetlere daldığımız, yaralarına şefkatle pansumanlar yaptığımız yegane yer, bir ‘’dost defter’’ sayfalarıdır biz -güncenin büyüsüne kapılmış kişiler için. Çünkü, benzersizliğimizi somutlaştırdığımız, belgelediğimiz, varlığımızı kendi ellerimizle tescillediğimiz yerdir güncelerimiz.
‘’Bir gün’’ün değerini ve önemini, bir günce yazardan daha iyi kim bilebilir? Deftere her an kaydedilmese bile, tüm anlar hissedilerek yaşanılır… Kişi, kendinin anların toplamından ibaret bir taş duvar gibi yükselmekte olduğunun farkındadır.
Yaşama şükran, yaşama isyan, hep o boş satırlar üzerinden yapılır, yazı ruhumuzu rahatlatır, hafifletir, bağışlatır, yatıştırır, sorgulatır…
Günce tutmak, Cioran’ın tabiriyle, biraz da ‘’’duyumların sekreteri’’ olmaktır.
--------------
Canım Anne,
Yaşının ne çok üstünde bir bilinçle sürüklemeye çalışmışsın o küçük bedenini… Küçük bir bedenin üzerine geçirilmiş kilolarca ağırlıktaki bir zırh gibi, ne kadar ağır ruh yerleştirilmiş içine… Ve, onun sana kattığı anlamı ne kadar erken fark etmiş, hafiflemeye çalışabilecekken gençliğin hovardalığı ile, okuyarak, sorgulayarak, hiçbir şeyi es geçmeden, insana dair ne varsa, hepsini birer birer, uzun uzun düşünerek, ne kadar da ağırlaştırmışsın kendini, kendi ağırlığın sana yetmezmiş gibi…
‘’Bütün insanlar ne kadar güzel ve iyi olurlardı… eğer her akşam, gün boyu yaşadıklarını gözlerinin önüne getirip, kendi davranışlarındaki iyi ve kötü olanı bir sınasalardı. Bilinçaltında bunları her gün yeniden düzeltmeye çalışırlardı ve tabi ki zamanla bir yerlere ulaşabilirlerdi. Bunu herkes deneyebilir. Bilmeyen biri öğrenmek ve denemek zorunda: Kendinden emin ve huzurlu olmak insanı güçlü kılar!’’ (s.322), demişsin 6 Temmuz 1944’te. Bu sana göre ne kadar kolay ve olağan, ve ne kadar elzem değil mi… Biraz daha yaşamış, daha uzun kalabilmiş olsaydın bu gezegende, bu düşüncelerini, bu kararlılıkla ve inançla söylüyor olur muydun; bunu düşündüm okurken. O kadar haklısın ki… Herkes kendinden başlasa işe, dünya evrenin cenneti olmaya aday olurdu muhakkak, da, bu bize göründüğü kadar kolay gelmiyor insanların büyük çoğunluğuna.
Keşke yaşamda teğet geçmiş olmasaydık birbirimize böyle; ben senin hep özlemini çektiğin kız arkadaşın olabilseydim. Sen de benim… Ama o zaman defterlerimizi ve yazmayı yaşamımızın ayrılmaz parçaları olarak görmeye devam eder miydik yine? Günlüğünde kendinle cinsellik, aşk, diplomasi, politika, din, eğitim, ebeveyn-çocuk ilişkisi, otorite, özgürlük, ilahiyat vb üzerine yaptığın sohbetleri gerçek bir arkadaşla yapabilmiş olsan, yine böyle ateşli ateşli günlük notlar tutmaya devam ediyor olur muydun? (Bu soruyu aynı zamanda kendime de yöneltiyorum. Hem de uzun zamandır…)
Sen bu dünyayı acılar içinde terk edip gittiğinden beri, senaryo sık sık değişti belki ama, insanoğlu birbirine acı çektirmekten bir gün olsun vazgeçmedi.
Mesajlarının kendilerine ulaştığı insanlar zaten güzel yürekliydi. Başka türlüsü düşünülemezdi; temel kanun bu idi evrende, benzer benzer çekerdi; ama kötüler de birbirini bulmakta hiç gecikmedi. Onların topları- tüfekleri, füzeleri ile bizim kağıt zırhlarımız ve metal-kurşun kalem uçlarımız savaşmaya hep devam etti.
Sana iyi haberler veremiyor olduğum için gerçekten üzgünüm Anne. Koşullar ve şikayet ettiğin durumlar, doğup- can verdiğin topraklarda biraz daha iyileşmiş olsa da, dünyanın diğer tarafında, burada, Ortadoğu’da masum insanlar yok yere öldürülmeye devam ediliyor…
Aileler çocuklarıyla cinsellik konusunu konuşmada hala çekimser.
Kadınlar toplumdaki yerinin ve öneminin hala farkında değil. Kendini erkek egemen sistemin gözünden tanımlamaya devam ediyor.
Dinler hala savaş halinde. Irklar ve ulus devletler de öyle…
Aç insan sayısı da artıyor, gıda sektörünün üretme kapasitesi de…
Sen gittiğinden beri buralarda değişen pek bir şey yok yani anlayacağın.
Umut bir tek, o aynı şekilde yaşamaya devam ediyor yüreklerde.

Sevgi ve özlemle…
Dostun

Gülşah

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder