‘’-Althusser?
Onu mu okuyorsun? Hani şu
karısını boğarak öldüren adamı? O değil mi o?
-Evet.
-Niye okuyorsun o manyak
adamı ya…’’
Fransa’nın ünlü Marksist
düşünürü olan Althusser ise konu, genelde diyalog bu şekilde gelişir. (‘’Karısını
boğarak öldüren bir felsefeci mi olur!’’)
Anlamak zordur.
Yorucudur. En az anlatmak kadar zahmetli ve maliyetlidir. Bizim ‘’sabırlı,
hoşgörülü, anlayışlı olmak’’gibi insancıl olduğunu düşündüğümüz kavramların
bile bir yargıç dağarcığına ait olduğunu düşünmemişizdir bir kez bile.
Dolayısıyla, anlamak konusunda en ‘’benim’’ diyen bile ılımlı bir duruşla
temkinli, şüpheci, kısık bakışlarla süzer ‘’öteki’’ni. Bir yanlışla bütün
doğruları silme eğilimine sahip birer yetişkin gaddarlığı ile bakarız olayların
iç yüzüne doğru çünkü. Anlamak mıdır niyetimiz gerçekten, yoksa yargılamak mı,
kendimiz bile bilemeyiz bunun gerçek cevabını.
Kendisini Spinoza, Hegel,
Marx vb düşünürler üzerine yaptığı çalışmalar ve kaleme aldığı yazılardan, bir
de Almanlara tutsak düştüğü günlerde tuttuğu ‘’Tutsaklık Güncesi’’nden tanıma
fırsatı bulmuştum. Ne kadar zaman geçmişti üzerinden bu okumaların ben onun
karısını boğarak öldürdüğünü öğrendiğimde, bilmiyorum. Olayın magazinel
kısmıydı benim için yalnızca, ama elbet bir gün okur öğrenirdik olayın iç
yüzünü. Çok mu önemliydi ayrıca? Elbette ki hayır!
Gelecek Uzun Sürer’i, tam
da bunu anlatabilmek, anlaşılmak isteğini duyurmak için kaleme almıştı
Althusser. Karısı Helene’yi boynuna masaj yaptıktan bir süre sonra hareketsiz bir
şekilde bulmuştu karşısında; apar topar akıl hastanesine kapatılıp ‘’men’i
muhakeme’’ hükmü ile savunma yapma imkanı da elinden alınınca, ‘’yargıdan
bağışıklığın, sessizliğin ve toplumsal ölümün mezar taşı altında hayatta
kalmaya zorlandım ben’’diye düşünmüş bu
kitabı yazma nedeninin ‘’ men-i muhakeme işleminin beni yaşamım boyunca altına
gömdüğü mezar taşını kaldırmak’’ olarak dile getiriyor. ‘’Çünkü,’’ diyor
‘’yargıdan bağışıklık durumu tımarhaneye konan deliyi kamuoyu yönünden daha
birçok önyargının kurbanı’’ yapıyor.
İlk kez, bir kadınla
yattıktan sonra derin melankoli geçirdiğini ifade eden düşünür, yaşamı boyunca
sık sık ağır bunalımlarla baş etmeye çalışıyor; düzenli ve kesintisiz
psikoterapi desteği alıyor ve çok kez klinikte uzun-kısa süreli yatmak, elektro
şok gibi tedaviler almak zorunda kalıyor. Son derin atağı da işte, Helene’yi
kıpırtısız halde bulduğu o Pazar sabahı… yaşanıyor…
‘’Ne yaparsak yapalım, bir aile
yazgısından kaçamıyorduk nedense.’’ (s72)
Böyle söylüyor…
Kitabı okuyanlar bilir;
aslında yazar tüm öyküsünü özetliyor bu cümle ile…
‘’Gelecek Uzun Sürer’’,
bir katil otobiyografisinden çok, bir çocuğun mutsuz bir anne tarafından
ruhunun nasıl hadım edildiğinin öyküsü olarak da okunabilir. Althusser cinsel
yaşamından, kadınlarla olan ilişkisinin biçimine, meslek seçiminden
hocaları-öğrencileri ile olan diyaloğuna, çalışma konularından, okuduğu,
sevdiği, benimsediği yazarlara kadar, her şeyde annesini ve onun kendisi
üzerinde bıraktığı etkiyi takip ediyor aslında. ‘’Hiç kuşku yok, annemin
sevgisi –beni deği de arkamdaki ölüyü hedef alan o kişiselleşmemiş,
somutlaşmamış sevgi- beni hem kendim hem de başkaları için ama özellikle başka
bir kadın için yaşamayı beceremeyecek duruma getirmişti. Bütün anlamlarıyla
‘’iktidarsız’’ gibi duyumsuyordum kendimi; sevmeye iktidarsız, tamam, ama
ayrıca ve öncelikle kendi varlığımda, en başta kendi bedenimde, iktidarsız.
Sanki ruhsal ve bedensel bütünlüğümü oluşturabilecek bir şeyi benden
almışlardı. Burada bir organı kesip çıkarmaktan, dolayısıyla kişiyi hadım
etmekten, söz etmek yanlış olmaz; kişisel bütünlüğümüzden bir daha asla yerişne
konamayacak bir şeyi çıkarıp atmaya başka ne ad verilebilir ki?’’ (s.162)
Anne, sevdiği yakışıklı
adamın ölüm haberini getiren abi ile evlenmek durumunda kalınca, Louis, adını
bir kayıp sevgiliden, bir ölü babadan almış oluyor, ve bu ismi hep bir lanet
olarak taşıyor üzerinde. İlk talihsizliğim bir nevi diyor bu duruma. Kitabın en
çok tekrar edilen konusu ‘’anne’’. Althusser’in dönüp dolaşıp geldiği, vurgu
üstüne vurgu yaptığı temel öğe…
‘’(…)annem tam anlamıyla
fobilerinin saldırısı altında bulunuyordu; her şeyden korkardı: geç kalmaktan,
parasının bitmesinden (ya da azalmasından), hava akımlarından, mikroplardan ve
hastalık bulaşmasından, kalabalıktan ve gürültüden, komşularından, sokakta ve
başka yerde olabilecek kazalardan, ve özellikle de kötü insanlarla karşılaşıp
kötüye varacak ilişkilere girmekten… Daha açıkçası, her şeyden, cinsellikten,
hırsızlıktan, ve tecavüze uğramaktan ve bu yolla –aslında zaten parçalanmış
durumdaki- bir bedenin sözde bütünlüğünü yitirmekten korkardı.’’ (s.71), derken Jung’un; ‘’anneleri ortadan
kaldırırsak yeryüzünde nevroz da ortadan kalkar’’ sözünü getiriyor adeta akıllara.
Althusser’in anne ile olan krizler ve engellenmelerle dolu ilişkisi, onun
kişiliğinin inşasını da bize tuğla tuğla işaret ediyor aslında. Korkularla dolu
mutsuz anne, oğlu Louis’i koruyorum sanırken ruhunun kanatlarını parçaladığının
farkında varamıyor. Öteki, başkaları, yabancı hep korkulacak olandır annenin
gözünde ve Althusser, arkadaştan, oyun ortamlarından, dostluk bağlarından yoksun
bir çocukluk, yalnız bir ergenlik ve melankolik bir yetişkinlik geçirmek
zorunda kalıyor. Anne her şeyden haberdar, her şeye müdahil ve muktedir olan
olarak tüm yaşamını adadığı oğlunun ‘’tüm kullanım hakkı’’nın kendisinde
olduğunu ilan ediyor her fırsatta. Bu nedenle bir penisi olduğunu örneğin,
yirmi yedi yaşında, Almanlar’a tutsak düşmesi ‘’sayesinde’’ fark ediyor düşünür.
‘’Sayesinde’’ ,demekte, çünkü 4 yıllık tutsaklık süreci evden ve aileden ilk
bağımsızlaşma imkanı, kendiyle ilk kez baş başa kalma fırsatı veriyor
kendisine. Bir nimet, bir dönüm noktası yaşamında. Kapalı kaldığı kampta ilk
kez mastürbasyon yapmayı deneyimleyen Althusser, bu duyguyla baygınlık
geçirdiğini, ilk cinsel deneyimi sonrasında da ağır bir depresyon teşhisi ile
psikoterapi almaya başlayor. ‘’Orada’’, diyor düşünür ‘’kendi arzularımın
bilincine vardım (anneminkini değil, o bedenin ‘’arılığına’’ o denli kafasını
takmıştı ki, her türlü bedensel temastan şeytandan kaçar gibi kaçardı; o
sevgili bedenini her türlü örselenmeden bin bir yolla, en çok da çeşitli
fobilerle korumaya çalışırdı.’’ Varlığının maddesel kanıtının verdiği mutluluk,
gerçekliğe inanmak için sadece ‘’dokunmayı’’ gerekli görmeye başlıyor, ve kendi
çalışma alanını da buna göre seçiyor. Şöyle ifade ediyor bunu: ‘’Marksizme
rastlayınca ona bedenimle katıldım.’’ (s.250)’’Gerçek pratik, (fiziksel ya da sosyal)
maddeyle temas, onu emekle (işçi) ve eylemle (politika) dönüştürme isteği...’’
Tüm anne-çocuk
ilişkisinde olduğu gibi Althusser de kendine ve yaşadığı onca şeye rağmen bir
vicdani rahatsızlıkla kıvranır. Bunu da şöyle dile getirir:’’ ’Tanrım, diyorum
bazen, acaba ona karşı haksızlık mı ediyorum. Dürüst ve ilkelerine bağlı,
yaşamın saydam, (kendi sevdiklerine karşı) candan ve sıcak, kimseye en küçük
bir kötülükte bulunmamış, bizi elinden geldiğince seven ve bize iyi bir eğitim
vermek için kendi başına ‘’iyi’’ çareler (müzik, konserler, klasik tiyatro,
izci örgütü) düşünen bu kadından ne istiyorum? Kendisinin ve bizim mutluluğumuz
olduğunu sandığı (aslında benim felaketim olan) şey uğrunda, ne fazla ne eksik,
elinden geleni yaptı zavallı. İyi yaptığını düşünerek yaptı bunları; yani
Cezayir ormanlarının içinde ve babasının sinirli huzursuzluğunun etkisi
altında, kendi annesinin sessiz korkularının ona öğrettiklerini izleyerek…
(s165)’’
Peki, baba? ,
O neresindedir yaşamının?
Althusser onu, varla yok
arası bir şey olarak görür; umursamaz, oğlunun aldığı karalara karışmayan,
fikir beyan etmeyen, kendi işine bakan, çocukları annesinin insiyatifine
bırakarak kendi rahatını garanti almış bir gölge adam olarak… Bunu da şu
şekilde dile getirir: ‘’ ‘’(…) en büyük filozoflar babasız doğmuş ve kurumsal
yalıtılmışlıklarının yalnızlığında ve dünya karşısında girdikleri risklerin
ağırlığı altında yaşamışlardır. Evet, benim babam olmamıştı; kendime babam
varmış yanılsamasını vermek için durmadan ‘’babanın babası’’ rolünü oynamıştım;
başka bir deyişle, rastladığım ve rastlayabileceğim hiçbir baba bana karşı bu
rolü oynamayacağından, kendime karşı yine kendimi babalık etmekle
görevlendirmiştim. Bütün babaları kendi ast’ım gibi görerek küçümsüyor ve aşağılıyordum;
açıkça buyruğum altında sayıyordum.’’
‘’Dolayısıyla, felsefe
alanında da kendi babam olmalıydım. (s. 201)
Helene, aileden temin
edilemeyen ne varsa, hepsini ikame eden taraf olmuş Althusser için. Kendisinden
sekiz yaş büyük olan bu kadına rastladığında alabildiğine pejmürde bir görünümü
olduğunu, oldukça kayıtsız kaldığını; kadın teninden, kadın kokusundan, kadın
ilgisinden, sevilmekten ölesiye tiksinir durumda olan bir erkek olduğunu ifade
eder; ama Helene, tüm bunların üstesinden gelmesine yardımcı olmuştur onun. Bu
kadının dönüştürücü etkisini şöyle dile getirir satırlarında: ‘’Uzun süre acı
çektikten sonra, daha önce annemin teni gibi tiksindirici bulduğum tenindeki
kadın kokusunu bile sever olmuştum. Yalnızca erkek olmakla kalmamış, başka bir
adam da olmuştum: bir kadını bile –hatta vaktiyle teninin kokusu bana itici
gelen kadını bile- gerçekten sevmeye yetenekli bir erkek!’’ (s.157)
Akademik çalışmalarından
elde ettiği başarılar ile yaşadığı derin bunalımlar ve sık sık kaldırıldığı
akıl hastaneleri sürecinde, her zaman yanında olan tek kişidir Helene.
Althusser, bedenini geç fark edip, sevmeyi, dokunmayı geç öğrenmiş olmasını
ödünlemeye çalışır gibi, etrafındaki tüm kadınları elde etmeye, komlipmanlar
yapmaya, Helene’nin yanında bile çekinmeden karşılaştığı kadınlara aleni
tacizlerde bulunmaya başlar. Elbette kalıcı ilişkiler kurmak için değildir bu
girişimler, Helene onun hep dönüp dolaşıp geldiği yer olur çünkü ‘bağlanmak
duygusunu ‘’ele geçirilmek olarak algılar. Şöyle ifade eder bunu: ‘’Ele
geçirilmek istendiğim fikri, bende bunaltıya varan aşırı bir tiksinme ve
korkuya dayanıyordu. Özellikle kadınların bu gibi girişimlerinden korkuyordum.
Belli ki, bana bu tür iğdiş edici saldırılarda bulunmaktan hiç kaçınmamış olan
annemin bilmeden – hatta kasıtlı olarak desem yeridir- ruhumda açtığı manevi
yaralarla bağlantılı bir tutumdu bu. Bir kadın bana birlikte yaşamayı mı
öneriyordu, ben hemen dehşete kapılıp sinir bunalımına giriyordum. (s.173)
Ruhun ayakları yere
sağlam basamazsa, kişi başka insanlara tutunarak yürümek zorunda kalır.
Althusser’in yaşadığı da budur; bağlanma korkusuna rağmen yalnız kalma,
dokumama, dolayısıyla varlığını duyumsayamama, terk edilme korkusu ile ‘’yedek
ilişkiler’’ deposunu dolu tutmaya gayret gösterir sürekli. ‘’Kuşkusuz, bu
kadınlara, zavallı Helene’nin bana veremediği şeyin, sağlıklı ve genç bir
bedenle düşlerimde hala peşinden koştuğum o profilin yerini tutabilecek erotik
birer ödünleyici olarak ‘’ihtiyaç’’ duyuyordum. Sakatlanmış arzularım bunların
‘’eksikliğini hissediyordu.’’
Helene tepki gösteremeyecek kadar yorgundur
artık. Varlığını Louis’in varoluş sürecine armağan etmiş, tükenmiş, ve artık,
gitmek istediğini dile getirir olmuştur. Buna inanamaz Althusser. ‘’Bu gerçek
olamaz, o beni bırakamaz; ben onsuz nasıl yaşanacağını öğrenemem artık,’’ der,
ve konuşmaya çalışır karısıyla. Kadın duvar gibi sessiz ve kayıtsızdır. Bir
sonra sonra, bir teklifle çıkar kocasının karşısına; ‘’ben itihar etmeyi
düşünüyorum uzun zamandır, ama beceremiyorum. Bunu kendime nasıl yapacağım,
bilemiyorum. Bunu benim için sen yapar mısın Louis, beni öldürür müsün?’’, der.
Ruhunu katletmiş bir adamın işini tamamlamasını beklemek gibidir kadının
tutumu; ‘’zaten yaşamıyorum artık, benim yapamadığımı yap, bedenimi de
sonsuzluğa sen uğurla’’ demek gibi…
‘’16 Kasım Pazar sabahı
saat dokuzda, o zamandan bu yana bir cdaha bhiç girmediğim karanlık bir geceden
çıkışta, kendimi karyolanın ayak ucunda, sabahlıklın olarak, önümde uzanmış
olan Helene’nin boynuna masaj yapar buldum; yeğin bir biçimde kollarımın
ağrıdığını hissediyordum: ah şu masaj, hep böyle olur! Sonra, nasıl oldu
bilmem, belki gözlerin donukluğundan ve devinimsizliğinden ya da dudaklarla
dişlerin arasından sarkan küçük dil parçasından, onun ölmüş olduğunu anladım.
Bağırarak dairemden dışarı fırladım ve Dr Etienne’nin bulacağımı bildiğim
revire koştum. Yazgın yerine gelmiş, perde inmişti.’’(s.291)
Louis, tüm olanlara bir
anlam vermeye çalışırken, şöyle bir soru sorar doktoruna; ‘’bu, araya adam
koyarak intihar etme olamaz mı?’’
Olabilir mi?
Kendini yine bir kurban
olarak görme eğilimindedir ‘’anne kurbanı’’ düşünür. Belki haklıdır. Belki de
değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder