31 Ekim 2016 Pazartesi

ALTHUSSER: HADIM EDİLMİŞ BİR RUHUN DRAMI



‘’-Althusser?
Onu mu okuyorsun? Hani şu karısını boğarak öldüren adamı? O değil mi o?
-Evet.
-Niye okuyorsun o manyak adamı ya…’’

Fransa’nın ünlü Marksist düşünürü olan Althusser ise konu, genelde diyalog bu şekilde gelişir. (‘’Karısını boğarak öldüren bir felsefeci mi olur!’’)
Anlamak zordur. Yorucudur. En az anlatmak kadar zahmetli ve maliyetlidir. Bizim ‘’sabırlı, hoşgörülü, anlayışlı olmak’’gibi  insancıl olduğunu düşündüğümüz kavramların bile bir yargıç dağarcığına ait olduğunu düşünmemişizdir bir kez bile. Dolayısıyla, anlamak konusunda en ‘’benim’’ diyen bile ılımlı bir duruşla temkinli, şüpheci, kısık bakışlarla süzer ‘’öteki’’ni. Bir yanlışla bütün doğruları silme eğilimine sahip birer yetişkin gaddarlığı ile bakarız olayların iç yüzüne doğru çünkü. Anlamak mıdır niyetimiz gerçekten, yoksa yargılamak mı, kendimiz bile bilemeyiz bunun gerçek cevabını.
Kendisini Spinoza, Hegel, Marx vb düşünürler üzerine yaptığı çalışmalar ve kaleme aldığı yazılardan, bir de Almanlara tutsak düştüğü günlerde tuttuğu ‘’Tutsaklık Güncesi’’nden tanıma fırsatı bulmuştum. Ne kadar zaman geçmişti üzerinden bu okumaların ben onun karısını boğarak öldürdüğünü öğrendiğimde, bilmiyorum. Olayın magazinel kısmıydı benim için yalnızca, ama elbet bir gün okur öğrenirdik olayın iç yüzünü. Çok mu önemliydi ayrıca? Elbette ki hayır!
Gelecek Uzun Sürer’i, tam da bunu anlatabilmek, anlaşılmak isteğini duyurmak için kaleme almıştı Althusser. Karısı Helene’yi boynuna masaj yaptıktan bir süre sonra hareketsiz bir şekilde bulmuştu karşısında; apar topar akıl hastanesine kapatılıp ‘’men’i muhakeme’’ hükmü ile savunma yapma imkanı da elinden alınınca, ‘’yargıdan bağışıklığın, sessizliğin ve toplumsal ölümün mezar taşı altında hayatta kalmaya zorlandım ben’’diye düşünmüş  bu kitabı yazma nedeninin ‘’ men-i muhakeme işleminin beni yaşamım boyunca altına gömdüğü mezar taşını kaldırmak’’ olarak dile getiriyor. ‘’Çünkü,’’ diyor ‘’yargıdan bağışıklık durumu tımarhaneye konan deliyi kamuoyu yönünden daha birçok önyargının kurbanı’’ yapıyor.
İlk kez, bir kadınla yattıktan sonra derin melankoli geçirdiğini ifade eden düşünür, yaşamı boyunca sık sık ağır bunalımlarla baş etmeye çalışıyor; düzenli ve kesintisiz psikoterapi desteği alıyor ve çok kez klinikte uzun-kısa süreli yatmak, elektro şok gibi tedaviler almak zorunda kalıyor. Son derin atağı da işte, Helene’yi kıpırtısız halde bulduğu o Pazar sabahı… yaşanıyor…

‘’Ne yaparsak yapalım, bir aile yazgısından kaçamıyorduk nedense.’’ (s72)

Böyle söylüyor…
Kitabı okuyanlar bilir; aslında yazar tüm öyküsünü özetliyor bu cümle ile… 
‘’Gelecek Uzun Sürer’’, bir katil otobiyografisinden çok, bir çocuğun mutsuz bir anne tarafından ruhunun nasıl hadım edildiğinin öyküsü olarak da okunabilir. Althusser cinsel yaşamından, kadınlarla olan ilişkisinin biçimine, meslek seçiminden hocaları-öğrencileri ile olan diyaloğuna, çalışma konularından, okuduğu, sevdiği, benimsediği yazarlara kadar, her şeyde annesini ve onun kendisi üzerinde bıraktığı etkiyi takip ediyor aslında. ‘’Hiç kuşku yok, annemin sevgisi –beni deği de arkamdaki ölüyü hedef alan o kişiselleşmemiş, somutlaşmamış sevgi- beni hem kendim hem de başkaları için ama özellikle başka bir kadın için yaşamayı beceremeyecek duruma getirmişti. Bütün anlamlarıyla ‘’iktidarsız’’ gibi duyumsuyordum kendimi; sevmeye iktidarsız, tamam, ama ayrıca ve öncelikle kendi varlığımda, en başta kendi bedenimde, iktidarsız. Sanki ruhsal ve bedensel bütünlüğümü oluşturabilecek bir şeyi benden almışlardı. Burada bir organı kesip çıkarmaktan, dolayısıyla kişiyi hadım etmekten, söz etmek yanlış olmaz; kişisel bütünlüğümüzden bir daha asla yerişne konamayacak bir şeyi çıkarıp atmaya başka ne ad verilebilir ki?’’ (s.162)
Anne, sevdiği yakışıklı adamın ölüm haberini getiren abi ile evlenmek durumunda kalınca, Louis, adını bir kayıp sevgiliden, bir ölü babadan almış oluyor, ve bu ismi hep bir lanet olarak taşıyor üzerinde. İlk talihsizliğim bir nevi diyor bu duruma. Kitabın en çok tekrar edilen konusu ‘’anne’’. Althusser’in dönüp dolaşıp geldiği, vurgu üstüne vurgu yaptığı temel öğe…
‘’(…)annem tam anlamıyla fobilerinin saldırısı altında bulunuyordu; her şeyden korkardı: geç kalmaktan, parasının bitmesinden (ya da azalmasından), hava akımlarından, mikroplardan ve hastalık bulaşmasından, kalabalıktan ve gürültüden, komşularından, sokakta ve başka yerde olabilecek kazalardan, ve özellikle de kötü insanlarla karşılaşıp kötüye varacak ilişkilere girmekten… Daha açıkçası, her şeyden, cinsellikten, hırsızlıktan, ve tecavüze uğramaktan ve bu yolla –aslında zaten parçalanmış durumdaki- bir bedenin sözde bütünlüğünü yitirmekten korkardı.’’ (s.71),  derken Jung’un; ‘’anneleri ortadan kaldırırsak yeryüzünde nevroz da ortadan kalkar’’ sözünü getiriyor adeta akıllara. Althusser’in anne ile olan krizler ve engellenmelerle dolu ilişkisi, onun kişiliğinin inşasını da bize tuğla tuğla işaret ediyor aslında. Korkularla dolu mutsuz anne, oğlu Louis’i koruyorum sanırken ruhunun kanatlarını parçaladığının farkında varamıyor. Öteki, başkaları, yabancı hep korkulacak olandır annenin gözünde ve Althusser, arkadaştan, oyun ortamlarından, dostluk bağlarından yoksun bir çocukluk, yalnız bir ergenlik ve melankolik bir yetişkinlik geçirmek zorunda kalıyor. Anne her şeyden haberdar, her şeye müdahil ve muktedir olan olarak tüm yaşamını adadığı oğlunun ‘’tüm kullanım hakkı’’nın kendisinde olduğunu ilan ediyor her fırsatta. Bu nedenle bir penisi olduğunu örneğin, yirmi yedi yaşında, Almanlar’a tutsak düşmesi ‘’sayesinde’’ fark ediyor düşünür. ‘’Sayesinde’’ ,demekte, çünkü 4 yıllık tutsaklık süreci evden ve aileden ilk bağımsızlaşma imkanı, kendiyle ilk kez baş başa kalma fırsatı veriyor kendisine. Bir nimet, bir dönüm noktası yaşamında. Kapalı kaldığı kampta ilk kez mastürbasyon yapmayı deneyimleyen Althusser, bu duyguyla baygınlık geçirdiğini, ilk cinsel deneyimi sonrasında da ağır bir depresyon teşhisi ile psikoterapi almaya başlayor. ‘’Orada’’, diyor düşünür ‘’kendi arzularımın bilincine vardım (anneminkini değil, o bedenin ‘’arılığına’’ o denli kafasını takmıştı ki, her türlü bedensel temastan şeytandan kaçar gibi kaçardı; o sevgili bedenini her türlü örselenmeden bin bir yolla, en çok da çeşitli fobilerle korumaya çalışırdı.’’ Varlığının maddesel kanıtının verdiği mutluluk, gerçekliğe inanmak için sadece ‘’dokunmayı’’ gerekli görmeye başlıyor, ve kendi çalışma alanını da buna göre seçiyor. Şöyle ifade ediyor bunu: ‘’Marksizme rastlayınca ona bedenimle katıldım.’’ (s.250)’’Gerçek pratik, (fiziksel ya da sosyal) maddeyle temas, onu emekle (işçi) ve eylemle (politika) dönüştürme isteği...’’
Tüm anne-çocuk ilişkisinde olduğu gibi Althusser de kendine ve yaşadığı onca şeye rağmen bir vicdani rahatsızlıkla kıvranır. Bunu da şöyle dile getirir:’’ ’Tanrım, diyorum bazen, acaba ona karşı haksızlık mı ediyorum. Dürüst ve ilkelerine bağlı, yaşamın saydam, (kendi sevdiklerine karşı) candan ve sıcak, kimseye en küçük bir kötülükte bulunmamış, bizi elinden geldiğince seven ve bize iyi bir eğitim vermek için kendi başına ‘’iyi’’ çareler (müzik, konserler, klasik tiyatro, izci örgütü) düşünen bu kadından ne istiyorum? Kendisinin ve bizim mutluluğumuz olduğunu sandığı (aslında benim felaketim olan) şey uğrunda, ne fazla ne eksik, elinden geleni yaptı zavallı. İyi yaptığını düşünerek yaptı bunları; yani Cezayir ormanlarının içinde ve babasının sinirli huzursuzluğunun etkisi altında, kendi annesinin sessiz korkularının ona öğrettiklerini izleyerek… (s165)’’
Peki, baba? ,
O neresindedir yaşamının?
Althusser onu, varla yok arası bir şey olarak görür; umursamaz, oğlunun aldığı karalara karışmayan, fikir beyan etmeyen, kendi işine bakan, çocukları annesinin insiyatifine bırakarak kendi rahatını garanti almış bir gölge adam olarak… Bunu da şu şekilde dile getirir: ‘’ ‘’(…) en büyük filozoflar babasız doğmuş ve kurumsal yalıtılmışlıklarının yalnızlığında ve dünya karşısında girdikleri risklerin ağırlığı altında yaşamışlardır. Evet, benim babam olmamıştı; kendime babam varmış yanılsamasını vermek için durmadan ‘’babanın babası’’ rolünü oynamıştım; başka bir deyişle, rastladığım ve rastlayabileceğim hiçbir baba bana karşı bu rolü oynamayacağından, kendime karşı yine kendimi babalık etmekle görevlendirmiştim. Bütün babaları kendi ast’ım gibi görerek küçümsüyor ve aşağılıyordum; açıkça buyruğum altında sayıyordum.’’
‘’Dolayısıyla, felsefe alanında da kendi babam olmalıydım. (s. 201)
Helene, aileden temin edilemeyen ne varsa, hepsini ikame eden taraf olmuş Althusser için. Kendisinden sekiz yaş büyük olan bu kadına rastladığında alabildiğine pejmürde bir görünümü olduğunu, oldukça kayıtsız kaldığını; kadın teninden, kadın kokusundan, kadın ilgisinden, sevilmekten ölesiye tiksinir durumda olan bir erkek olduğunu ifade eder; ama Helene, tüm bunların üstesinden gelmesine yardımcı olmuştur onun. Bu kadının dönüştürücü etkisini şöyle dile getirir satırlarında: ‘’Uzun süre acı çektikten sonra, daha önce annemin teni gibi tiksindirici bulduğum tenindeki kadın kokusunu bile sever olmuştum. Yalnızca erkek olmakla kalmamış, başka bir adam da olmuştum: bir kadını bile –hatta vaktiyle teninin kokusu bana itici gelen kadını bile- gerçekten sevmeye yetenekli bir erkek!’’ (s.157)
Akademik çalışmalarından elde ettiği başarılar ile yaşadığı derin bunalımlar ve sık sık kaldırıldığı akıl hastaneleri sürecinde, her zaman yanında olan tek kişidir Helene. Althusser, bedenini geç fark edip, sevmeyi, dokunmayı geç öğrenmiş olmasını ödünlemeye çalışır gibi, etrafındaki tüm kadınları elde etmeye, komlipmanlar yapmaya, Helene’nin yanında bile çekinmeden karşılaştığı kadınlara aleni tacizlerde bulunmaya başlar. Elbette kalıcı ilişkiler kurmak için değildir bu girişimler, Helene onun hep dönüp dolaşıp geldiği yer olur çünkü ‘bağlanmak duygusunu ‘’ele geçirilmek olarak algılar. Şöyle ifade eder bunu: ‘’Ele geçirilmek istendiğim fikri, bende bunaltıya varan aşırı bir tiksinme ve korkuya dayanıyordu. Özellikle kadınların bu gibi girişimlerinden korkuyordum. Belli ki, bana bu tür iğdiş edici saldırılarda bulunmaktan hiç kaçınmamış olan annemin bilmeden – hatta kasıtlı olarak desem yeridir- ruhumda açtığı manevi yaralarla bağlantılı bir tutumdu bu. Bir kadın bana birlikte yaşamayı mı öneriyordu, ben hemen dehşete kapılıp sinir bunalımına giriyordum. (s.173)
Ruhun ayakları yere sağlam basamazsa, kişi başka insanlara tutunarak yürümek zorunda kalır. Althusser’in yaşadığı da budur; bağlanma korkusuna rağmen yalnız kalma, dokumama, dolayısıyla varlığını duyumsayamama, terk edilme korkusu ile ‘’yedek ilişkiler’’ deposunu dolu tutmaya gayret gösterir sürekli. ‘’Kuşkusuz, bu kadınlara, zavallı Helene’nin bana veremediği şeyin, sağlıklı ve genç bir bedenle düşlerimde hala peşinden koştuğum o profilin yerini tutabilecek erotik birer ödünleyici olarak ‘’ihtiyaç’’ duyuyordum. Sakatlanmış arzularım bunların ‘’eksikliğini hissediyordu.’’

 Helene tepki gösteremeyecek kadar yorgundur artık. Varlığını Louis’in varoluş sürecine armağan etmiş, tükenmiş, ve artık, gitmek istediğini dile getirir olmuştur. Buna inanamaz Althusser. ‘’Bu gerçek olamaz, o beni bırakamaz; ben onsuz nasıl yaşanacağını öğrenemem artık,’’ der, ve konuşmaya çalışır karısıyla. Kadın duvar gibi sessiz ve kayıtsızdır. Bir sonra sonra, bir teklifle çıkar kocasının karşısına; ‘’ben itihar etmeyi düşünüyorum uzun zamandır, ama beceremiyorum. Bunu kendime nasıl yapacağım, bilemiyorum. Bunu benim için sen yapar mısın Louis, beni öldürür müsün?’’, der. Ruhunu katletmiş bir adamın işini tamamlamasını beklemek gibidir kadının tutumu; ‘’zaten yaşamıyorum artık, benim yapamadığımı yap, bedenimi de sonsuzluğa sen uğurla’’ demek gibi…
‘’16 Kasım Pazar sabahı saat dokuzda, o zamandan bu yana bir cdaha bhiç girmediğim karanlık bir geceden çıkışta, kendimi karyolanın ayak ucunda, sabahlıklın olarak, önümde uzanmış olan Helene’nin boynuna masaj yapar buldum; yeğin bir biçimde kollarımın ağrıdığını hissediyordum: ah şu masaj, hep böyle olur! Sonra, nasıl oldu bilmem, belki gözlerin donukluğundan ve devinimsizliğinden ya da dudaklarla dişlerin arasından sarkan küçük dil parçasından, onun ölmüş olduğunu anladım. Bağırarak dairemden dışarı fırladım ve Dr Etienne’nin bulacağımı bildiğim revire koştum. Yazgın yerine gelmiş, perde inmişti.’’(s.291)

Louis, tüm olanlara bir anlam vermeye çalışırken, şöyle bir soru sorar doktoruna; ‘’bu, araya adam koyarak intihar etme olamaz mı?’’
Olabilir mi?

Kendini yine bir kurban olarak görme eğilimindedir ‘’anne kurbanı’’ düşünür. Belki haklıdır. Belki de değil. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder