‘’Bu kitap, mucizelere, yanan fundalıklardaki hayalet öykülerine inanmayı
beceremeyen, sıra dışı kadın ve erkeklerin serüvenlerine derin bir ilgi
duymayanlar için yazılmıştır.’’, diye başlıyor söze yazar ‘’Ateistler İçin Din’’
adlı kitabına.
Sekülerizmi benimsemiş, ateist bir anne baba tarafından büyütülen Botton,
ailesinin bu duruşundan bir hayli etkilenmiş olsa da, yirmili yaşlarının
ortasında bir inanç krizi yaşar: Tanrı’nın var olmadığına inanmaktan hiç
vazgeçmediğini söylerken, babasının kaybı üzerinden geçen birkaç yıl sonra başlar bu ‘’dinler üzerine
düşünme’’ dönemi. Sekülerleşmeye başlayan dünyada, dinler ve dinlerle ilişkili
olduğu düşünülen tüm ritüeller, kurumlar, duruşlar, davranışlar birer birer
reddedilmeye başlanırken, aslında neleri yitirmiş- yitirmekte olduğumuzu
görmeye başlamıştır Botton bu ‘’inanç krizi’’ sürecinde.
Düşünür, ‘’Dinleri yukarıdan aşağıya indirildiğine ya da tamamen deli işi
olduklarına inanmayı bıraktığımızda durumun ilginçleşmeye başladığından’’ söz
ediyor ve şu iki gereksinimden dolayı– seküler toplumun başarılı bir yolla
karşılamayı beceremediği- dinleri
yaratmak zorunda kaldığımızı öne sürüyor:
-
Çok derinlerimize kök salmış, bencil ve vahşi
dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar halinde uyum içinde yaşama
isteği,
-
Mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler,
sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz konularındaki
kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme
gereksinimi.
Aslında Botton, kitap boyunca bizi
kendisiyle birlikte yürüyeceğimiz bir düşünce yolcuğuna davet ediyor. Bunu da
‘’Hem inançlı, hem de inançsız gruplardan oluşan köktencilerin işgaline uğramış
bir dünyada, dini inancın tamamen yok sayılarak reddedilmesi, kimi dini
ritüellere ve kavramlara saygı duyarak dengelemek mümkün olmalı.’’, diye
düşünerek yapıyor. ‘’Çünkü,’’ diyor, ‘’seküler toplum yapısı bizi ‘’ahlak
sözcüğünden korkar hale getirdi. Bir vaaz dinleme düşüncesi bile hoşnutsuzlukla
söylenmemize yol açıyor. Sanatın duyguları coşturduğu ya da etik bir misyonu
olduğu görüşünden kaçar olduk. Hac yolculuklarına çıkmıyoruz. (…) Yabancılar
çok nadiren birbirleriyle şarkı söylüyorlar…’’
Modern dünyanın kurumları bizleri mutlu
bireyler haline getirmeyi başaramadı. Daha çok bilgi var ama bilge insan sayısı
azaldı. Daha kalabalık bir nüfus var, ama daha yalnızız. Eğitim daha yaygın,
ama ‘’cahil’’ ve düşünme tembeli insan oranı, diğer yüzyıllara göre daha
yüksek. Daha depresif, daha nevrotik, bedensel olarak daha zayıf, hastalıklara
daha açık olmamızın altında yatan
etmenlerden en önemlisi, bizim, binlerce yıllık geleneklerden, bilgi
birikiminden birden bire uzaklaşıp, hepsini ‘’kötü’, ‘’geri’’ ya da çağdışı
ilan etmiş olmamız olamaz mı? Bilim, modern sanat, kentleşme, sanayi; ulaşım,
hız, iletişim yaygınlığı bizleri daha iyi yaşamaya ikna edemedi. Aldıkça
yoksullaştık, vermek yerine içimize kapandık; hız, ve kolay ulaşılabilirlik arzularımızı
köreltti, duygusal olarak firijtleştik.
’’Bu kadar çok şeyden vazgeçerek dinin, mantıklı olarak tüm insanlığa
ait olması gereken deneyim alanlarını kendi egemenliğinde görmesine izin
verdik; şimdi bu alanları yeniden seküler dünyanın içine almak için harekete
geçmekten çekinmemeliyiz.’’
‘’Dinler içimizi saran yalnızlık hissiyle
ilgili çok fazla şey biliyor gibiler.’’
Dinlerin bu bilgeliğinden ve uygulamalarından
feyz alınarak, yeni modern alanlar oluşturulabilir diye düşünüyor yazar ve bazı
önerilerde bulunuyor.
Seküler eğitim ve dinsel eğitim
arasındaki farka göz atan yazar, dikkat çekici noktalara işaret ediyor. Dinsel
eğitimde kişiyi yaşama hazırlayan bir program izlenirken, seküler eğitimde
yaşam bilgeliği hedefi güdülmeksizin, mesleğe, bölümün gerekli uzmanlık alanına
yönelik bir ders programı çerçevesinde öğretim yapılıyor ve yaşamın
gerçeklikleri üzerine tek söz edilmeden kişi kurumdan mezun ediliyor. Oysa
çoğumuz yaşam içerisinde kaybolmuş durumdayızdır, ancak, bu konuda derin bir
sessizlik hakimdir çevremize. Herkes bir diğerinin kendisinden daha mutlu, daha
güvenli, daha şanslı, daha huzurlu vs olduğunu zannederek geçirir ömrünün büyük
kısmını. Bunun temel nedeni birbirimizden yalıtılmış yaşamlar dizayn ediyor
oluşumuzdur. Bir vaaz çevresinde toplanıp herkesin pür dikkat konuya
yoğunlaştığını, konunun da kibir, hoşgörü, vefa, ölüm, kin vb hakkında olduğu
bir ortamda, kişi, yanında, önünde, arkasında, kendi gibi insanların bulunduğu
duygusu ile başka bir ruh halini yaşamaya başlar; yalnız değildir. Yanındaki
adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştır örneğin. Oysa, salona girdiğimizde
gözümüze ilk çarpan o olmuştur güçlü, dik, mağrur duruşuyla. Ya da, başını öne
kederle eğmiş, sessizce gözyaşı dökmektedir karşıda duran genç güzel kadın…
Dertli, yalnız, çaresiz olan bir biz
değilizdir.
Modern dünyaya göre her birimiz ‘’biriciğiz’’dir; parmak
izlerimiz kadar özel, benzersiz, mucizelerle dolu, güçlü, birbirinden farklı
yeteneklere sahip özel birer varlık… Biricik olma duygusunun bedelini ise hem
duygusal, hem toplumsal hem de akademik dünyamızda pahalıya öderiz. Dinlerse
tam tersini söyler bize. Onun karşısında hepimiz günahkarızdır; bilgiye
ihtiyacımız olduğu en baştan kabul edilir ve kişiye, yaşı kaç olursa olsun
temizlenmeye ve öğrenmeye ihtiyacı olan bir çocuk muamelesi uygulanır.
Biriciklik vurgusu, zaaflarımızdan utanmamız ve gerçek doğamızın ( ölüm, yaşlılık, terkedilme, parasızlık,
yalnızlık vs) korkularla dolu dünyasından kaçırıp gözlerimizi, güçlü bir
görünüm sergilemeye ve yalanlar üzerine bir yaşam inşaa etmeye yöneltir bizi.
Bu da derin psikozlara…
Botton ne önerir? Eğitimin hem misyon
hem de vizyon olarak değişikliğe uğraması gerektiğini… Dinsel metinler yerine
kültür metinlerini takip edelim, ama dinlerin binlerce yıllık deneyimindeki
başarıları göz ardı etmeden, der.
Nedir dinlerin öğretim metodolojisi?
Buradan başlamak lazım örneklemeye.
Dinler, soyut olan tüm kavramları, basit
somut hikayelerin içerisine yerleştirerek insanlara iletir. ‘’Metinlerin açık
bir dille yorumlanması, metinlerin bütünlükleri içinde değil de parçalanarak
incelenmesi, dinlerin her zaman kullandığı yöntemdir’’, der Botton. Bizim
seküler eğitim sistemimizde ise, bilindiği üzere bunun tam tersi bir yol
izlenir. Öğretici seviyeyi asgari düzeyde gözetiliyorsa da, asıl iş öğrenene
düşer; tüm dikkatiyle öğretenin seviyesini yakalamaya çalışmalıdır, kendi
öğrenme yönteminin ne olduğunu belirlemelidir. Bol alıştırma, bol
okuma-uygulama, bol tekrar yapmalıdır.
Dinler, insanı ‘öğrendiklerini çabuk
unutan varlıklar’’ olarak kabul eder. ‘’Bilim gibi seküler düzen de yeni şeyler
keşfetmenin gücüne ve önemine inanır. Aynı şeyleri yinelemeyi ceza gerektiren
bir eksiklik olarak görür, her gün bizi hiç tükenmeyen bir bilgi akışına maruz
bırakır ve böylece de her şeyi unutmamızı teşvik eder. ‘’
Buna karşı, dinler ile seküler yapılar
arasındaki en temel ayrım olarak ‘’takvim’’ uygulamasına dikkat çeker yazar; ‘’Dinlerle
karşılaştırıldığında seküler hayatın bizi ne kadar da özgür bıraktığı görülür;
ne de olsa seküler düzen, bizim için önemli olan düşüncelere ulaşmanın yolunu
kendi kendimize birden keşfedeceğimizi düşünür.’’
’Bir
başyapıtı okumamızın üzerinden üç ay geçti mi onun tek bir sahnesini ya da
cümlesini bile anımsamakta zorluk çekeriz.’’
‘’Seküler dünyamız, kutsal kitapların
yaptığı gibi, yılın belli günlerinden onları yeniden düşünmemizi sağlayacak
takvimler hazırlamazlar. Anton Çehov’un öykülerinde, İncil’deki öykülerde
olduğu kadar bilgeliğe rastlanabilir büyük olasılıkla; ancak Çehov’un öyküleri
içerdikleri bilgileri bize düzenli olarak anımsatacak bir takvimden yoksundur.
(…)Bu kitapları anımsamakla ilgili
yaptığımız tek şey, belki de en çok
hayran olduğumuz birkaç cümlenin altını gelişigüzel çizmek ve taksi beklerken
geçirdiğimiz boş bir anda o cümlelerden birini şöyle bir düşünüvermektir’’ Bir
başka sayfada da şöyle demekte yazar: ‘’ Modern dünya uyarıcılarla doludur,
bunların içinde en sarsıcı olan da ‘’haber’’
adını verdiğimiz o şiddetli seldir. Bu uyarıcı, dini alanda dua
kitaplarının sahip olduğu otoritenin aynısına seküler alanda sahiptir. Haber
bültenleri, günü hiç de doğal olmayan bir biçimde ikiye bölmektedir: Sabah dualarının yerini, kahvaltı haberleri, akşam
dualarının yerini de akşam bültenleri almıştır.’’
Büyük kütüphanelere sahip olmakla
övünenlere de pek çok ciddi mesaj göndermekte Botton; 1250’li yıllarda yaşayan
varlıklı bir İngiliz aile, evinde üç kitap olduğu zaman kendisini şanslı
görürdü. (…) Kitap bataklığına dönen çağımız için üzülüyorsak bunun nedeni,
zekamızı ve duyarlılığımızı geliştirmenin en iyi yolunun daha fazla kitap
okumaktan değil, birkaç kitabı sürekli yeniden okuyarak onlardan anladığımızı
derinleştirip tazelemekten geçtiğini hissetmemizdir.’’
‘’Jakuzilerden ya da bilgisayar
çiplerinden yararlanmak hayatımızda bize birtakım kolaylıklar sağlar kuşkusuz;
ancak biz bireysel olarak yine tıpkı ortaçağda yaşamış atalarımız gibi kazalar,
gerçekleşmemiş arzular, kalp kırıklıkları, kıskançlıklar, endişeler ve ölümle
mücadele ediyoruz. Atalarımız bizden daha şanslıydılar, çünkü onlar insanlara
bu dünyada mutluluğun her zaman mümkün olduğunu söyleme hatasını hiçbir zaman
yapmamış olan, dinin egemen olduğu bir çağda yaşamışlardı.’’
Agape Restoranı
Yalıtılmış ve yalnız yaşamalarımız
içimizdeki ‘yabancı korkusu’nu her geçen gün daha da derinleştirmekte. Modern insan,
geçmiş çağlara göre tanımadığı insanlarla daha çok bir arada bulunsa da,
iletişim kurma konusunda çok daha çekimser ve dikkatli. Yoga, dans, yazarlık,
resim gibi kurslar her geçen gün yaygınlaşıyor yaygınlaşmasına ama, insanlar
bağ kurmaktan imtina etmeye devam ediyor. Yazar bunu aşmanın yollarından biri
olarak ‘’Agape Restoran’’ fikrini öne sürüyor. Nedir bu? Diyelim ki dört kişi
yemeğe çıktınız. Bu restoranlardan birine girdiniz. Herkes bir başkasının
masasına oturacak ve orada olanlarla birlikte yemek yiyecek. Böylece kişi
tanımadığı insanlarla, tıpkı dinsel davetlerde olduğu gibi bir arada bulunup
sohbet etme fırsatı yakalayacak.
Çalışmasında bunlara benzer çokça fikir
öne sürmüş olan yazar, seküler dünyanın bizi nelerden mahrum edip, nereye doğru
sürüklediğinin farkında; dinlerin içindeki kullanışlı olan yanları bulup ortaya
çıkarmamızın bize ne gibi rahatlamalar sağlayacağının da.
Alain de Botton / Ateistler İçin Din
Sel Yay.
Gülşah KÖKSAL
28/ 12 / 2015
Beyoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder