11 Haziran 2015 Perşembe

FAŞİZMİN EVDE ÜRETİMİ


Sartre’ın babasının erken ölümüne duyduğu minnetten bahsetmiştik bir önceki yazımızda. (Babası ‘’Jean-Bapiste’nin ölümü annemi zincirlerine döndürmüş, beni ise özgürlüğüme kavuşturmuştu ‘‘, diye özetler bu süreci.  ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık! Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni.  İyi ki genç yaşta öldü.’’,der ) Bu yazı da benzer bağlamda devam etsin istedim. Bu sefer de ‘’baba’’ ve ‘’otorite’’ kavramları üzerinden ‘’faşizm’’ i konuşalım olmaz mı?
Hep siyasi bir söylem olarak kabul edilir ‘’faşizm’’. Bin sekiz yüzlerin sonunda Avrupa’dan dünyaya dalga dalga yayılan bir yönetim algısıdır. Hitler'le altın çağını yaşamış, sonrasındaysa karşıtları tarafından bir nefret ve hakaret ifadesi şeklini almıştır. Siyasi doktrinleri yaratan ve uygulamaya koyan bireyin kendisi olduğuna göre, faşist bireyle başlayan faşist toplum ve faşist iktidarlar meşruiyetlerini nereden ve nasıl kazanırlar? Hangi topraklar büyütür onları, nasıl kazanırlar bu kimliklerini? İnsan ne zaman varır bir faşist olduğunun farkına? Bunun farkına varılabilir mi ya da?
Willihelm Reich’ın ‘’Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’’ adlı eseriyle devam edelim isterseniz bu soruların cevaplarını aramaya.

 ‘’Buyurgan aile’’ diyor Reich, ‘’gerici düşünceyi üreten en dolaysız, en önemli hücre olup çıkmaktadır; o, gerici öğretiyle gerici zihinsel yapıyı üreten fabrikadır. Bundan ötürü, her gerici eğitim siyaseti programının başına ‘’ailenin korunması’’nı, kalabalık buyurgan ailenin korunmasını oturtur.’’(Reich, 1979: 97) Satre’ın özyaşamöyküsünden çıkarsadıklarımızla Reich’ın kuramsal açıklamalarının kesiştiği nokta; buyurgan, otoriter baba figürünün insanlığı tehdit eden bir siyasi organizma içerisinde yaşatılmaya devam ediliyor olması. Tahammülsüzlük, karşındaki hakir görme, zihinsel yeteneklerini aşağılama ya da onaylamama; kişisel doğrularını tüm insanların doğrusu olduğunu görebilme arzusu, ve var olan toplumsal-hukuksal kurallara karşı direnç geliştirenlere karşı aşırı tepkiler göstermenin kaynağı eğer patriarkal düzenin köklerinden filizlenip çıkıyorsa karşımıza, feminizmin uzun ve yorucu mücadeleler sonucu dile getirmeyi başardığı ‘’erkek egemen’’ düzen eleştirisi haklılığını bir kez daha ortaya koymuş demek anlamındadır. Nasıl mı?
Hangi sınıfa, hangi ekonomik, sosyal, kültürel yapılanmaya doğmuş olursak olalım, bizden farklı olanlarla en güçlü ortak yanımız ‘’aile’’ kavramlarımızın birebir örtüşüyor olmasıdır. En güçlü burjuva ailesiyle, en aşağı işçi evindeki baba ve anne kavramları, aile bağları ve ebeveynden çocuklara aktarılmaya çalışılan dini, toplumsal, ahlaksal kurallar neredeyse aynı şekildedir. Çocuklar bu evlerde hem yönetmeyi hem de yönetilmeyi öğrenir. Kurallara uymadığı anda cezanın kaçınılmaz olduğunu öğrenen çocuk, kurallara uymayanların hangi şiddette olursa olsun cezalandırılmasından rahatsızlık duymaz. Başına buyruk kurallar koyan patron, öğretmen, komutan, devlet, babası kadar yakındır ona. Onların, babası kadar sert ama bir o kadar güven verici olduklarını düşündüğü için, devamlılıkları kendisinin hayati meselesidir. Onlar yoksa güven kırılır, yaşam amaçsız ve korkunç bir kaosa dönüşür. Bir peygamber kadar, inandığı dinin gözeticisi; bir Tanrı kadar günah ve sevap sorgulayıcısı; bir devlet kadar istikrar ve tahammülsüzlük abidesi, ve elbette kendi babası kadar otoriter ve tek güç olduğu bir evin yöneticisi olacaktır.
Ailenin korunması demek, devletin devam güvencesini de içinde barındırır. Çünkü ‘’küçük kent soylu sınıfta, ana çocuğun yurdunu, aile de çok küçük boyutlu ulusunu canlandırır’’(Reich, 1979: 93) ‘’Hitler her şeyin en iyisini bilir, her şeye bir çözüm bulacaktır. Bu yanıt, babanın doğaüstü gücüne duyulan çocukça güveni yansıtmaktadır.’’(Reich, 1979: 100) Evet, baba, evdeki düzeni olması gerektiği gibi yaşatmak adına kardeşinizi, annenizi, ablanızı gözünüzün önünde acımasızca, öldüresiye dövebilir; o bu hakkı baba oluşundan ve sorumluluklarından alıyordur kuşkusuz(! ) Sonra, öğretmenden, komutandan, polisten, patrondan vs görülen şiddet daha tahammül edilebilir ve anlaşılabilir hal alacaktır.
Ama, ya geleneksel aile modeli çökerse? Ya baba ya da anne mutlakiyetçi bir yönetim biçiminden özgürlükçü ve liberal bir düzene doğru yönelirse? Kendi ahlaksal, dinsel, toplumsal kurallarını dayatmadan yetiştirirse çocuğunu; sözel ya da fiziksel şiddetten uzak durursa? Tüm bu ikinci saydıklarımızdan mündemiç bir düzen kurulursa eğer, nice olur iktidarların hali? Patronu, imamı, polisi, devleti, babayı en üst güç saymayan, ona tapınmayan, koşulsuz şartsız baş üstünde tutmayan yurttaşa yurttaş denilir mi hiç?
(…)
Bunların cevabı sessizlikte bulunsun…
Sevgiyle…

Gülşah KÖKSAL

9 Mayıs 2015 Cumartesi

MODERN İNSAN VE ACI





Acılarımız, parmak izlerimiz gibi; bizi ‘’biz’’ yaparken, benliğimizi benzersiz kılıyor; mutluluklarımızsa, avuç içlerimiz gibi, üç aşağı beş yukarı benzer izler taşıyor; kalın, ince, uzun, kısa, net ya da silik hepitopu birkaç çizgi… Sevinirken, mutluyken, hepimiz ne kadar da aynıyız; yüzleri basan gülücükler, el çırpmalar, danslar, kahkahalar gibi birörnek davranışlar… Peki ya acı çekerken? Kim kime benziyor? Ya, acılarla baş etme yöntemlerimiz… Nasıl da başkalaşarak çıkıyoruz her acı dolu dönemin ardından. Ne ötekilere, ne kendimiz sandığımız kişiye beziyor, artık yeni bir insan, yeni bir ‘’ben’’ olmuyor muyuz o karanlık dönemlerle birlikte? Buna borçlu değil miyiz gerçekte ruhumuzun farkında olmaksızın sanata el uzatışını; gözlerimizi gökyüzüne çevirişimizi, yaprağın içindeki gizi merak edişimizi; bir kediyle, balıkla konuşmayı deneyişimizi…  Sağaltmaya çalışırken içimizdeki kopkoyu kederi, benliğimizin en karanlık noktasından ışığa doğru yürümeyi bekleyen ressamı, şairi, müzisyeni, edebiyatçıyı da doğurmuyor muyuz bir taraftan, acı dolu çığlıklar eşliğinde…. Kim varır, mutluyken, aşkını tüm güzelliğiyle karşılıklı yaşarken, etrafı arzu edilen insanların kalabalığıyla çevriliyken… gökyüzünün, yeryüzünün, ve bilcümle mahlukatın farkına? Öyleyse biz, kimliğimiz ve benzersizliğimiz kadar, insanlığımızı da borçluyuz acılarımızın tamamına. Yalnızlık, ayrılık, yoksunluk, ölüm, iflas, aşk, gurbet… Hepsi yaşanıp tanındıkça, birer sözcük olmaktan çok daha fazlası haline gelip, gerçek anlamını bulmuyor. Mide krampı, baş dönmesi, tansiyon ya da müzmin bir migren ağrısı şekline dönüşüp, bedenlenip çıkıyor karşımıza; kimi zaman da ‘’yok olma’’  arzusu olarak…

Okulların, kışlaların, düzenli aile evlerinin, patronların; ya da, dinin, geleneğin, toplumsal dayatmaların mevcudiyetine etki etmesine izin vermeyen bireyin ‘’uyumsuz’ olma sürecidir biraz da acı. Camus’un tabiriyle ‘’uyumsuz’’, ‘açık görüşlü ust’ur. Yine, O’na göre uyumsuzluk, ‘’anlaşıldığı andan sonra bir tutkudur, tutkuların en can alıcısıdır. Ama tutkularımızla yaşayabilecek miyiz, yaşayamayacak mıyız; yüreğimizi bir yandan coştururken, bir yanda da yakacak olan derin yasalarını benimseyecek miyiz, benimsemeyecek miyiz, işte tüm sorun bu.’’
 Sisifos Söyleni adlı kitabına ‘’Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.’’ , diyerek söze başlayan Canus, birey olarak toplumla aynı bakış açısına sahip olmamanın intiharla olan ilişkisini tartışmış. Acıların, kişinin gözündeki perdeyi aralamasından bahsetmiş aslında biraz da O.  Şeylerin altında yatan gerçek nedenlerin ne olduğunun merak edilmeye başlanmasından, yasaların, toplumun, ailenin, estetiğin, etiğin ve dinsel ahlakın sorgulanmasının elzem şeyler olarak görülmesi ile birlikte, ayaklar altında sapasağlammış gibi durmakta olan zemin bir anda kaymaya başlar, ve kişi kocaman bir boşluk ve anlamsızlık duygusu içinde buluverir kendini. Ionesco ‘’Yalnız Adam’’ adlı yapıtında, tam da bu noktaya gelmiş bir insanın duygularını anlatmaya çalışır:‘’Öteden beri bir şey eksikmiş gibi geldi bana, dolayısıyla hep eksiklik duydum. Neydi eksik olan? Neydi bendeki eksiklik? Her şeyi bilmek isterdim. Buydu işte eksiğim. Bilememiş olmak. Her şeyi bilememek. Bilgisizdim, ama bilgisiz olduğumu fark etmeyecek kadar değil. (…) Acım onulmazdı. Öteden beri omuzlarıma çöken şu ağırlık… Güçsüzlüğün yorgunluğuydu bu. Milyonlarca canlı gelmişti yeryüzüne, ve her birine, şu evrensel can sıkıntısı. Her biri Atlas gibi, bilinmeyenin altında iki büklüm olmuş, evrende bir tek kendisi varmış gibi, dünyanın bütün ağırlığını taşımıştı. En büyük bilginin de benim kadar bilgisiz olduğunu, ve bunun bilincinde olduğunu söylemek beni avutuyor, acımı dindiriyor muydu? Ayrıca, bu doğru muydu?’’ Bunlar, bir büroda, küçük bir aylıkla çalışırken, kim olduğu bilinmeyen bir akraba tarafından kendisine bırakılan yüklü bir mirasla, tüm yaşamı boyunca ‘’aylak’’ hayata adım atma hayalini kurmuş bir kişinin ‘’yaşamın ne olduğu’’ sorusuyla karşı karşıya geldiği anlardaki içsel konuşmalarında biri. Yaşamsal hiçbir kaygısı olmayan bu insan, onulmaz acısından kurtulabilmenin yolunun ‘’bilebilmek’’ten geçiyor olduğunu söylerken; insanları ‘’huzurun anahtarını yitirmiş, büyük acıların sırlarından başka bir şeye varamayan öfkeliler’’ diye  tanımlayan E. M. Cioran ise, yaşamaya yardım eden düşüncenin ‘’intihar düşüncesi’’ olduğunu ileri sürüyor. Şöyle açıklıyor bunu Ezeli Mağlup adlı kitabında: ‘’Bu düşünceye bir tür itibar iadesinden yanayım. İnsanın buna ihtiyacı olduğundan eminim: Buraya gerçekten niçin atılmış olduğumuzu düşündüğümüz zaman, bilemeyiz. Yaptıklarımızın genel olarak hiçbir ilginçliği yoktur. Niçin? Geleceğin insanlar için neler hazırladığı bilinince…’’, ‘’İntiharsız hayat bence gerçekten tahammül edilemez bir şey olurdu.’’, der, ama bambaşka bir açıdan konuya yaklaştığını da belirtir. ‘’Kendimizi öldürmeye ihtiyacımız yoktur. Kendimizi öldürebileceğimize ihtiyacımız vardır. Bu fikir coşku vericidir. Her şeye tahammül etmenize imkan verir. İnsana verilmiş en büyük avantajlardan biridir. Karmaşık değil. İntihardan yana değilim, bu fikrin yararlılığından yanayım sadece.’’, diye de ekler. Ona göre, dünyaya niçin atıldığımızı bilemeden yaşar gideriz. Hepimiz aslında ‘’varoluşa çarptırılmışızdır’’ve bunun sonuçlarına bir hayvan gibi maruz kalırız. Yaşam büyük oranda korkularımızdan oluşur, ve bundan kaçınmaya çalıştıkça zavallılaşıp komikleşiriz. Herkes her an, daha rahat, daha mutlu ve daha güzel bir yaşamın önünde açılması için yaşamdan bir mucize bekler durur. Ama insanlar ve içinde yer aldığımız sistemler alabildiğine kötü, alabildiğine acımasız ve bencilken, böylesi bir mucizenin gerçekleşebilmesi mümkün müdür?  Camus, buna karşı şu soruyu yöneltir: ‘’İsteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli?  Burada cevap hakkını Spinoza’ya vermeli.


Spinoza felsefesinin temellerinden birini ‘’conatus’’ kavramı oluşturur. ‘Çaba’ anlamına gelen conatus, doğada bulunan  her şeyin özüdür. O’nun deyimiyle her şey, kendi varlıkları içinde var olmayı sürdürmek için çabalar. Ne kadar conatus sahibiysek o kadar kendimize bağlıyızdır, o kadar zihnimiz açıktır ve o kadar erdemliyizdir. Yani conatus ile, özgürlük, zihin ve erdem arasında doğru bir orantı vardır. Bu bağlamdan yola çıkarak ‘kendi bedenimizin varoluşunu sona erdiren fikir zihnimiz içinde oluşturulamaz, çünkü zihne karşıdır’’. Etika adlı eserinde tartıştığı bu konu ile ilgili şunları söyler: ‘’Dışsal bir nedenden gelmesi dışında hiçbir şey yok edilemez, böyle olunca da hiç kimse kendi kendisini doğasının gereksinimlerimden ötürü öldüremez. Bu tür şeyleri yapanlar dışsal nedenler tarafından buna zorlanırlar ve bu zorlama çeşitli yollardan olabilir.’’ Bu yollardan ya da nedenlerden  birisi ‘delilik’tir. İntihar edebilen kişi, mevcudiyetin yasalarını delirmiş olma gerekçesiyle çiğneyip geçmiş olabilir yalnızca.

. . . . .

En temel gerçekliklerimizden biri olan acı, tezahür ettiği bambaşka şekillerden birine bürünüp karşımıza geldiğinde, onunla ne yapmamız gerektiği tamamen özgür irademize bağlı demek ki… Delirmek de elbette, bir seçenek, silkinip, onun gözlerine içine bakıp ‘’seni de bırakacağım arkamda’’ demek de, onu gerçek bir yaratıcı enerjiye dönüştürmeye çalışmak da…

‘’Aldoux Huxley’in 1932’de yayımlan romanı Cesur Yeni Dünya, acının olmadığı bir geleceğe ilişkin en erken çalışmalardan biridir,’’ diyen Elizabeth Farrelly sözüne şöyle devam etmektedir: ‘’Hazzın başlıca baskı aracı olduğu totaliter bir dünyada bireycilik, melankoli, tekeşlilik ve hafıza cezalandırılmakta, insanlar hipnopedya, soy arıtımı ve soma adı verilen resmi bir ilaç yoluyla uyuşturularak haz dolu bir teslimiyet içinde yaşamaktadırlar. Sonuçta der, ‘’ortaya çıkan aşırı mutluluk hali ütopik olmaktan ziyade, bilgiye, özgürlüğe ve bizzat acıya yönelik bir tehdittir.’’ Yine, Huxley’e göre ‘’mutluluğa katışıksız haz yoluyla ulaşılamaz; hatta ışığın karanlığa muhtaç olması gibi, mutluluk da acıya ve zorluğa ihtiyaç duyar’’ diye seslenir, tüm yaşamını ‘’katışıksız bir mutluluk’’ özlemi üzerine kuran modern zaman insanına, ve benim tartışmama son noktayı O koyar…

Gülşah KÖKSAL
09.05.2015

FOÇA

YAZ(A)MAMAK, YA DA RED EDEBİYATI


‘’Hepimiz içimizde bir kitap barındırıyoruz, belki de büyük bir kitap. Fakat iç yaşamımızın kargaşasında seyrek olarak su yüzüne çıkıyor ya da bunu o kadar hızlı yapıyor k, onu yakalamaya zaman bulamıyoruz.’’
Enqriue Vila- Matas


Clement Cadou… On beş yaşında, yazma arzusuyla yanıp tutuşan bir gençtir… Bu yönünü takdir edip destekleyen bir aileye sahiptir. Aile, Polonyalı yazar Gombrowicz’in  Paris’e geldiğini duymuş, ve kendisini, evlerine yemeğe çağırmıştır. Oğul Cadou, bu haberi duyduğunda, severek okuduğu yazarı görebilecek, onunla zaman geçirebilecek olmanın sevinciyle havalara uçmuştur. Her türlü kitaba ulaşabilme imkanı olan, gelecek için sadece yazar olmayı düşleyen ve sıkı bir biçimde buna hazırlanan Cadou için  bu harkulade bir havadistir . Yazar Gombrowicz eve gelir, sofraya geçilir. Ancak umulmadık bir şey olur. Cadou, karşısında gördüğü yazara duyduğu hayranlığın dozunu dizginleyemez, ve birden bire, kendisini, yemek yedikleri salonun bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. O an karar verilmiştir; bir daha asla yazma bahsi açılmayacaktır kendisi için.

Yazar Enrique Vila-Matas’ın ‘’Bartleby ve Şürekası’’ adlı kitabında yer alan bu öyküde anlatılmak istenilen durum, yazı ile ilişkisi olan kimin başına gelmemiştir ki! Kaçımız çarpılıp kalmamışızdır tadına doyum olmaz bir metnin gücü karşısında. Dona kalıp, ‘’ben yazmaya yeltenmeyeyim bir daha’’, baksana neler yazıyor, ne cümleler kuruyor insanlar’’, dememiş ve belli bir süre, kağıttan, kalemden uzak tutmamışızdır kendimizi? Hangimiz? Hangimiz yaşamamıştır bu derin ‘’çaresizlik’’ duygusunu…  Kimileri, Cadou gibi bir mobilya olduğu duygusuna sığınır böyle zamanlarda ve tüm yaşamını sandalye resimleri çizmeye adar mesela. Kimileri, kökünden söküp atar içinde yeşermiş ‘’cümle kurma’’ isteğini, vazgeçer;  kimileri de, hiç umursamaz başkalarını, kendi arzuları ve yapmak istediği şeye diker gözünü;  yazar, basar, okutur, okutmaz, ama kendinden memnun, mesut bir insan olarak yaşar. (Sözümüz , kendisini bu kategoride bulanlara değil.)

Kırılgan bir yapıya sahiptir kalem erbabı. Herkesle, ama en çok da kendisiyle ihtilaf halinde tüketir yaşamını. Eleştirir habire kendini; yargılar, sorgular, yerden yere atar, duvardan duvara çarpar acımasızca. Okşar bazen  de, nadiren de olsa, elleriyle –yine, kendi saçlarını; aferin sana, ne güzel şeyler yapıyorsun öyle, ne harkulade fikirler üretiyorsun, -der; ama şımartmaz asla, gerisin geri çekilir eller saçlardan, çatılır kaşlar ve- ‘’belki de, çok da iyi değildir. Hayır hayır, iyi değil, rezalet şeyler bunlar; hem de, zaten, ne anlamı var bunların, saçmalık düpedüz bu yaptıklarım. Yine saçmalamaktayım!’’, der, ve küser birdenbire kendine. En sevdiğine, tek yarenine.
Rimbaud işte… Adını saygı ve imrenme ile andığımız bu zat… Yirmi dokuz yaşında, ikinci kitabının ardından bırakır yazarlığı. Yirmi yıl, boş boş gezinip, maceradan maceraya atar kendini. Niye yazmıştır ki zaten o iki kitabı!

Robert Walser… Tek isteği unutulmak olan, ömrünün son otuz yılını akıl hastanesinde geçiren adam. Onun da durumu aynıdır… Yazmak gereksiz bir iştir, saçmalamaktır. Kişi, kendini bu eylemden uzak tutmalı, hele de asla tanınma lanetine uğramamalıdır. Bunu söylemesine rağmen, küçük not kağıtları, gazete küpürlerinin boş kenarlıkları, minik yazı sanatını (mikrogramme) kullanarak kurduğu cümlelerle dolup taşmış, ölümünün ardından bir araya getirildiğinde bunlar, aslında aynı öykünün parçaları olduğu anlaşılmıştır. ‘’Birisinin dediğine göre, Walser, göz diktiği hedefe tam ulaşacakken şaşkınlık içinde duruveren uzun mesafe koşucusu gibidir. Hocalarına ve takım arkadaşlarına bakar ve parkuru terk eder, yani kendi yoluna gider.’’

Bu, bahsettiğimiz kırılganlık, beraberinde yoğun bir çaresizlik duygusu pompalar benliğe, ve yazar Jules Renard’a söylettiğine benzer şeyler fısıldar kulağımıza: ‘’Hiçbir şey olamayacaksın. Ne yaparsan yap bir şey olamayacaksın. En iyi şairleri, en derin düzyazı yazarlarını anlayabilirsin, ama, sen ancak en küçük cücenin en kocaman devlerle karşılaştırılabileceği kadar kıyaslanabilirsin onlarla. Hiçbir şey olamayacaksın. Ağlasan da, haykırsan da, umuda ya da umutsuzluğa kapılsan da, yazmaya yeniden başlasan da, kayayı itmeyi başarsan da, ne yaparsan yap, hiçbir şey olamayacaksın.’’
Kafka peki? O da yazma eylemine çokça değindiği güncesinde, böyle bir andan dem vurmaz mı! Bir pazar günü, Goethe okuduğunu, tam bir yazma felcine tutulduğunu söyler ve devam eder; ‘’Sanırım bu haftayı Goethe’nin etkisinde geçirdim, bu etkinin gücümü tükettiğine ve bu nedenle yararsız bir insana dönüştüğüme inanıyorum.’’ –Mobilya olduğunu düşünecek kadar kaybetmemişse de kendini, yine başka bir günün notuna şu cümleleri ekleyecektir: ‘’Goethe ilgili olarak okuduklarım coşkumu yarıda kesiyor – Goethe’yle konuşmalar, öğrencilik yılları, Goethe ile geçen saatler, Goethe’nin Frankfurt günleri- ve yazmamı tamamıyla engelliyor.’’

Örnekler kolaylıkla, bir nefeste çoğaltılabilir, çünkü edebiyat dünyasının başarılı  bir yazar diye adleddiğimiz tüm isimlerinin öyküsünde buna benzer yaşanmışlıklar vardır. Belki de etkilerini, güçlerini ve ölümsüzlüklerini bu kırılganlıklarına, kılı kırk yarışlarına, ve öykünmeyle birlikte gelen çaresizliğin kendilerinde yarattığı tahribata borçlulardır…

Bartleby sendromu,  ya da ‘’red edebiyatı’’, adını, Melville’nin Katip Bartleby öyküsünden  almaktadır. Ünlü Moby Dick adlı eserin yazarı olan Melville de, yaşarken, eleştirmenler tarafından başarısızlığa mahkum edilen yazarlar kervanındandır. Öyle büyük acılar çekmiştir ki bu durum karşında, Katip Bartleby adlı öyküsünü imzasız yayımlatmış, unutulmuş yazarlardan biri olarak- yaşamdan ayrılmak zorunda kalmıştır. Katip Bartleby karakterinde, bir ‘’duruş’’ sergilemiştir yazar; ‘’bunu yapmamayı tercih ederim’’ diyen, günümüzün ‘’bohem’’ tipolojisine uygun düştüğü iddia edilen, bir garip adam portresidir yazarın çizip ortaya çıkardığı. ‘’Yapmamayı tercih ederek’’ bir direnç göstermiştir gündelik yaşamın dayatmalarına. Oscar Wilde, buna dair bir özlemini şöyle dile getirmiştir bir gün: ‘’Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel olanı.’’  Böylece, yaşamının son iki yılını da bu özlemini gidermeye çalışarak, - hiçbir şey yapmayarak, yazmayı  sonsuza dek bırakarak, başka hazları tatmaya, yapmamanın bilgece neşesini tanımaya ve içmeye, avareliğe adamıştır. Öldüğünde, Paris gazetesi de onun şu sözlerini anımsatmıştır insanlara: ‘’Yaşamı tanımadan önce yazıyordum, şimdi yaşamı bildiğim için artık yazacak bir şeyim yok.’’

Öyle değil midir? Okumak gibi yazmak da, yaşamı, insanları, ve  bir yerlerden  onların ortasına fırlatılıp atılmış olan ‘’kendini’’ anlama  uğraşının bir parçası değil midir! Anlamı bulduğuna inandıktan sonra başlamaz mı asıl yaşam? Ya da, bir anlam arayışı söz konusu dahi olmadığında…
Red edebiyatının doğduğu nokta da tam burası aslında. ‘’Yazmamayı tercih ederim’’, ya da ‘’yazmayı reddediyorum’’ diyenlerin durduğu zemin; ‘’yazacak bir şey yok, çünkü yaşam bir anlamsızlık deryası’’ diyenlerin edebiyatı. Yazmamanın da edebiyatı mı olurmuş demeyin. Buna en güzel cevabı Marcel Benabou vermiştir kanımca: ‘’Siz, sayın okur, sakın yazmamış olduğum kitapların bir hiç olduğunu sanmayın. Aksine onlar, evrensel edebiyatın sularında yüzüp durmaktadır.’’

Evet, pek çoğumuzun içinden gün içerisinde onlarca cümle akar, bir çok öykü, bir çok aforizma… Düşünce, kuram, izlenim… Yazmayı bilmemek değil tek gerekçe, hatta çoğunlukla bu bir gerekçe bile değildir; üşengeçlik, zaman yetersizliği, özgüven eksiliği vs de de gizli değildir yanıtlar yalnızca. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına, orijinal bir şey ortaya çıkaramayacak olduğu gerçeğine teslim olmak; halkın artık kaliteye teslim olmadığını, popüler olana rağbet ettiğnii, bunun için de uğraşmaya değmeyeceğini dile getirmek kadar geçerli bir açıklama belki de, içinden akıp boşluğa uzanan cümlelerin de ‘’evrensel edebiyatın sularına katılmış’’ birer değer olduğu inancı. Peru’lu yazar Julio Ramon Ribeyro’nun söylediği gibi: ‘’Bu hayali kitaplar, görünmez metinler, belki birgün kapımızı çalar ve biz tam onları içeri almaya hazırlanırken, çoğu kez önemsiz bir nedenle ortadan kaybolurlar; kapıyı açarız ama onlar yoktur, gitmişlerdir. Kuşkusuz büyük bir kitap, içimizdeki büyük bir kitap, yazmayı hedeflediğimiz ‘’bizim kitabımız’’, aynı zamanda hiçbir zaman yazmayı ve okumayı başaramayacağımız kitaptı. Ancak, hiç kimsenin kuşkusu yok ki, o kitap var. Red sanatının tarihinde asılı olarak bekliyor.’’

Bahsi geçen kitaptan öğrendiğim paylaşmak istediğim son şey de, Amerika’da yer alan bir kütüphane. Red edebiyatının müzesi olarak kabul edilebileceğimiz bir mekan, Brautigan Kütüphanesi. Adını Amerika’nın ünlü yeraltı edebiyatçısından almış olan kütüphanenin özelliği ise şu; yayınevleri tarafından reddedilmiş, beğenilmemiş, ‘’başarısız’’ olarak nitelendirilmiş kitapları kabul ediyor oluşu. Buraya gönderilen hiçbir el yazması reddedilip geri çevrilmiyor. El yazmanızı bir zarfa koyup, üzerine ‘’Richard Brautigan Kütüphanesi, Vermont\ Burlington  ABD’’ yazmanız yeterli.

Not: Yazıya eklemeyi unuttuğum bir şey daha geldi aklıma giderayak. İçinde yazılan kitapları, kağıda geçirmeye üşenenlerin başka bir gerekçesi daha var; okumaktan daha fazla haz alıyor, ve yazmayı bir zaman kaybı olarak görüyor olmak. Cümlelerin elinden kurtulmayı başaramadığımızda yalnızca, kağıda kaleme uzanmak. Bendeniz de kendini bu kategori içerisinde bulanlardanım.
Sevgilerle…

Bahsi geçen eser:
Enrique Vila-Matas, Bartleby ve Şürekası, Doğan Kitap Mart 2005, 1.Baskı
Çev:Tülin Şenruh

Gülşah KÖKSAL

17. 04. 2015 
FOÇA

VOLTAJLAR ARASI


Yüksek voltajlıdır bazı kişilikler; ışıl ışıl. Güneş gibi, sıcacık, pasparlak.  Bundandır ya, ilk o sobelenir hep saklambaçlarda. Saklanmayı başaramaz hiçbir ortamda. Etrafı, sönük yıldızlar gibi gözkırpan insanlarla çevrilidir hep. Kendi ışığıyla gözü kamaşmış olan bu yüksek voltajlılıar, biraz ‘’uzaklık-mesafe sebep bu sönüklüğe’’ sanır. Bundan dolayı da hep yanılır. Güneş gibidir bunlar dediğime bakmayın, paralel akımlıdır. Yanına eklenen düşük voltajlıya kendimden vereceğim derken, ışığından kendi mahrum kalır. Bir sivrisinek topluluğu kadar kalabalıktır bu voltajı düşükler. Hangi paralel akıma eklenmek gerektiğini de iyi bilirler. Yüksek voltajlının en zayıf noktasını aranır, bulur, ve kendini aydınlatana kadar orada, sıkılıp yoruluncaya kadar, öylece kalır.
Anlamaz bunu uzunca bir zaman yüksek voltajlı. Kendini güneş gibi bir nimet sanır. Çünkü o, vermeye, paylaşmaya, bölüşmeye bayılır, bayılır…

O yüzden, bütün hayatı boyunca o yüksek voltajlı, her daim, yanılır da yanılır…
      
Anladığında kendi ışığını yitirmeye başladığını, başka bir yüksek voltajlının ışığına sığınmaya çalışır.
                               Dört döner etrafta öylece,
                                                      Çaresizce, dolanır da dolanır.
Mümkün müdür kendi gibi bir yüksek voltajlı ile karşılaşmak? Karşılaştıklarının hepsi, çok zaman önce, o düşük voltajlılar tarafından, çooktaan kapılmıştır.
              Bu defa da önünde
                              başka türlü acıların kapıları aralanır.
                                        Gözü, kendi gerçeğiyle ile birlikte,
Başkalarınınkini de görmeye başlamıştır.
’sen de sömürülüyorsun, sömürülmüşsün benim gibi- bunca zaman’’ demeye çalışır, çaresizce, ya
         varmaz dili söylemeye
                           gider, yine,  - kendi  karanlık-aydınlığının
                                            kollarına kapanır.
Anlar ki yüksek voltajlı
          Bu dünyada kendi nasibi
                           Ya yalancı yakınlık
                                           Ya da ömür boyu sürecek bir yalnızlıktır.

İnsandan keser umudu.
Aşktan, karşılıksız bölüşmekten…
Bu sefer,
           gözüne
                   birden bire,
                                 çocuklar ilişir.
Yaşlılar,
                 Kitaplar,
                                   Hayvanlar…
Gülümser yüksek voltajlı.

O koca yüreği ve ışıl ışıl gözleri ile,
Büyük acılar sonrası vakıf olmayı başardığı
Bu sırra sarılır:

‘’Işık çocuklardadır!
               Bilge yaşlıların anıları
                                   Hayvanların o dost bakışlarında!
Seni yalnızca bunlar aydınlatacak!
                  -yüzün-gönlün
                                   yalnız bunlarca aydınlanacak…’’


Gülşah KÖKSAL
09.05.2015

FOÇA

20 Ocak 2015 Salı

GÜZEL TEHLIKE

Metis, Foucault’un Bonnefoy ile yaptığı söyleşiyi basmış ‘’Güzel Tehlike’’ adıyla. Tek solukta okuyup, bol satır altı çizdiğim bir kitap bu oldu bu da. ‘’Hapishanenin Doğuşu’’, ‘’Deliliğin Tarihi’’, ‘’Cinselliğin Tarihi’’gibi kitaplarını çok severek okuduğum bu yazar hakkında hemen hiçbir şey bilmiyormuşum meğer.

Bir yazarı okuma, anlama ve yorumlamada, O’nun yaşam öyküsünden haberdar olmanın büyük etkisi olduğunu düşünürdüm hep. Bu tezim, okuduğum bu söyleşi sayesinde biraz daha güçlenmiş oldu kendi içimde. Çünkü çalıştığı konular anlam kazandı. ‘’Neden klinik? Neden delilik? Bu filozof hangi amaç ve sebeple bu konular üzerine oturup çalışma ihtiyacı duymuş olabilir?’’, diye sorup dururdum kendi kendime. Meğer cevap, yine, düşünürün yaşam öyküsünde saklıymış… Ailede doktorluk geleneği varmış; baba da doktormuş, amcalar da, dedeler de… Küçük burjuva bir aileye doğmuş olan filozofun evine girip çıkanlar da, mütemadiyen, tıp çevresindenmiş. ‘’Hep başkaları hastaları olur sanırdım küçükken’’, demiş Faoucault, ‘’başkaları hasta olur, biz tedavi ederiz diye düşünürdüm.’’

Yine, içinde bulunduğu çevrede, delilik ve psikiyatri bilimi çok aşağılanır ve yok sayılırmış. Kendisi de başta, Deliliğin Tarihi’ni bu şekilde yazmayı planlamamış. Çevresinin psikiyatriye karşı olumsuz tutumu, onda başka türlü bir ilginin uyanmasına yol açmış. Kısa bir psikiyatri tarihi; tıbbı ve hekimleri anlatan kısa bir metin yazmaya kalkmış. Karşısında yoksul bir tıp tarihi bulunca da, iş, klinik, delilik vb. üzerine enine boyuna çalışma yapmaya varmış.

Filozof, yazmayı seven biri de değilmiş başlarda. Sevgisi zamanla gelişmiş. Yine de kendisini bir yazar olarak kabul etmemiş hiçbir zaman. Bunu şöyle ifade etmiş:

‘’Roland Barthes’in yazarlar ve yazmanlar arasında yaptığı ve artık ünlü olan ayrıma çok inanırım. Ben yazar değilim. Birincisi bende hayalgücü yok. Yaratma yeteneğim sıfır. Roman konusu olacak bir şeyi hayatta tasarlayamamışımdır. (…) Öyleyse ben, yazar değilim. Kendimi hiç tereddütsüz yazmanlar, yazısı geçişli olanlar sınıfına katıyorum.’’

****    
Yazma isteğinin kendisinde otuz yaşından sonra uyandığını, altıncı sınıfa geçtiğinde bile, kalemi gerektiği gibi tutamadığı, yazı işaretlerini gerektiği gibi çizemediği için kendisine özel yazma ödevleri verildiğini, edebi denen bir cinsten eğitim almış olduğu halde, metin açıklama, tez yazma gibi zorunlulukların kendisini yazmayı sevmekten iyice uzaklaştırdığını  ifade ediyor, ve ‘’yazmanın kutsal büyüsü ile büyülenmiş biri’’olmadığını ekliyor sözlerine.

Peki, nasıl oluyor da yazıya bu kadar mesafeli durmuş bir insan, böyle, ciltler dolusu ‘’eser’’ bırakabiliyor arkasında? Otuz yaşından sonra ne oluyor da, ‘’sözle’’ bu denli haşir neşir geçmeye başlıyor hayat; kalemi kağıttan kaldırmaksızın geçiriliyor tüm ömür?...

Aslında yanıt basit; yazan tüm insanların ortak gerekçesinde gizli yanıt: ‘’konuşma isteği’’. İnsan ne zaman bu isteği doyuramaz ve susmak zorunda kalır? Ya kendi toplumu ve çevresi içinde farklı şekilde düşünüp konuşmaya başlarsa, ya da dilini bilmediği bir ülkeye gidip orada yaşamak zorunda kalırsa. Foucault, ikinci nedenden ötürü yakalanıyor bu arzuya. İsveç’e gidiyor bir dönem, ve orada kendi dilini konuşamaz oluyor. Başka bir dille (İngilizceyle) kendini ifade etmeye çalışırken, kendi gözüne komik görünüyor hali, duygularının karşılığını başka bir dilde aramaya başlamanın zorluğunu ve boşunalığını görüyor. Kendi dili üzerine düşünmeye sevk ediyor bu süreç kendisini. Şöyle dile getiriyor bu durumu filozof:

‘’Bu dilleri (İsveççe ve İngilizce), iyi bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum.’’
Kaliteli, düzgün, içerikli şeyler duyamadığımız ve bu isteği doyuramadığımızda, farkına bile varmadan kitapların dünyasına adım atmış halde buluyoruz kendimizi; konuşmaktan yoksun kaldığımızda ise, kağıttan ve mürekkepten oluşmuş bir evrende… Bir telafi, kurtuluş, bir ödünleme biçimi oluyor kişi için ‘’okur-yazar’’lık.

‘’Anadil’’olgusu çok önemli bir yer tutuyor söyleşide. Foucault,’’tek gerçek vatanın, insanın ayağını basabileceği tek toprağın, sığınabileceği tek evin, çocukluğumuzdan itibaren öğrendiğimiz dil olduğunun altını çiziyor’’ ve ‘’çünkü’’ diyor, ‘’söylemin kendi kıvamı, kalınlığı, yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi söylemin de yasaları vardır. Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi olur.’’,diyor.

‘’Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz’’diyen Foucault için yazmak ne anlama geliyor? Zorunluluk mu? Biraz öyle, evet, ama o çok daha güzel bir şekilde tanımlıyor bu durumu; ‘’varoluşunu aklamak.’’  ‘’Günün mutluluğu için bu aklama kaçınılmazdır’’ ve, ‘’yazmak mutluluk vermez, var olma mutluluğu yazıya bağlanmıştır’’ diye ekliyor peşine.

Her gününü yeni bir başlangıç kabul etmek ve varoluşunu her yeni günle birlikte aklamak zorunda hissetmek kendini, ‘’yazmak zorunda olmak’’la eş değer bir anlam taşıyor yazar için. Bunu paradoksal, anlaşılması (belki anlatılması da) zor bir durum olarak gördüğünü söylüyor ve bana göre, söyleşinin en güzel cümlelerini kuruyor bu bölümde:

‘’(…)nasıl olur da’’ diyor, ‘’sabah masasına oturup belli sayıda boş sayfayı doldurmak gibi beyhude, kurmaca, narsist, kendi üstüne kapanmış bir jest günün kalanı üstünde böylesine hayırlı bir etkide bulunur? Sabahleyin böyle bir şey oldu diye veya gündüz böyle bir yapabildik diye, nasıl olur da şeylerin gerçekliği- uğraşlar, acıkma, arzu, aşk, cinsellik, iş- büsbütün çehresini değiştirir? Benim için anlaşılmaz olan bu. Yazma zorunluluğu en azından bana kendisini işte böyle duyuruyor’’diyor.


Bütün bunları ‘’büyülenmiş’’ olmadığı iddasını kuvvetlendirmek adına söylüyor –olsa da, o bal gibi, büyüsünü dile getirmeye çalışan bir yazar görüntüsü çiziyor aslında.

Gülşah KÖKSAL

20.01.2015

16 Ocak 2015 Cuma

BİR TREN VAGONUNDA OLMAK....









Şu an, soğuk bir coğrafyanın içinde, bir trenle yolculuk yapıyor olmak isterdim. Hem de nasıl isterdim bunu, tarif etmesi güç- güçlü bir arzuyla… Kuşetli ya da yataklı bir vagonun içinde, birkaç günlük bir yola gitmek… Kah, camdan dışarıya bakıp uzun, düşüncelere dalmak; kah yanıma aldığım ‘’atıştırmalıklarım’’a uzanıp, yediklerimden aldığım zevkle, ‘’doymanın’’ ve ‘’yutmanın’’ tadını çıkarmak, kah da zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, saatler, sayfalar boyu okumak, okumak, okumak, ve tabi ki yazmak…

Kitaplardan uzak bir yaşamı, onlarsız nefes almayı düşünemeyen bir kişinin, ‘’hız’’dan hoşlanıyor olması olası gelmiyor nedense bana. Uzun seyahatleri, anlık uçak yolcuklarına değişebileceğini inanmıyorum bir okur-yazarın. Halis bir okur için her şey –bir fincan kahve içmekten, bir sahilde güneşlenmeye kadar-, daha keyifli bir okuma ortamı ve atmosferi bulmak için birer bahaneden fazlası olamaz diye düşünüyorum – kendimden yola çıkarak. Hem de başka bir açıklamanın mümkün olamayacağından adım kadar emin olarak. ‘’Bu kadar kesin ve net olarak ifade edebildiğim başka bir şey kaldı mı acaba?’’, diye de sorarak bir taraftan kendime; bunun cevabını arayarak.

Yanıtımın ne olduğunu, daha soruyu dile getirmezden önce bile biliyorum aslında; çünkü yaşamımın odağında yer alıyor kendileri…  Her gece bu soru eşliğinde kapıyorum gözlerimi geceye; her öğlen bu soruyu masanın üzerinde bir yere yerleştirip, öyle uzanıyorum tabağımdaki yemeğe; her yeni  güne g zihnimden bu cümleleri geçirerek açmış buluyorum gözlerimi: ‘’Benim kesinliğinden asla şüphe duymadığım/ duymayacağım, herhangi bir genel-geçer ‘’doğrum’’ kaldı mı?’’ Normal nedir? Tanrı nedir? Sevgi, sadakat, dostluk, aşk, vefa, yalan, cefa…. Nedir bunlar?’’, diye kendime her sorduğumda, ya da başka birileri tarafından bana her sorulduğunda, tek nefeste, bir çırpıda, tereddüde düşmeksizin verebildiğim bir cevabım var mı? ‘’Yok’’ bile diyememeli, orada bile durup bir düşünmeli, ortalama bir cevaba yönelmeliyim -diye düşünüyorum. Çünkü içimden, ‘’okur’’ olamaya dair , ‘’genel geçer’’olduğuna inandığım bir takım özellikler geçiyor bir yandan. ‘’Bunlara rağmen, ‘’hayır’’ olarak veremem yanıtımı’’, diye düşünüyorum.

 ‘’ Bunlar?’’ : Mesela, hiçbir okurun gerçekte, kendini, sürekli bir kalabalığın varlığı içinde iyi hissediyor olamayacağı. Mesela… Yolculukların, yanına bir bavul dolusu kitap alınarak çıkılan yolculukların, okuma sürecine bambaşka bir lezzet katıyor olduğu inancımın, her ‘okur’’da ortak olması… Yalnızlığın, bir cezadan çok, ödül gibi algılanması; fazla sosyal olmanın/ olmak zorunda kalmanın yorucu kabul edilmesi ve bir önce kendimize, kitaplarımıza, kitaplıklarımıza, okuma koltuğumuza kavuşma isteyişimiz…  Bunların hepsi, birörnek duygu ve davranışlar olsa gerek. Çünkü bana göre ‘’tutkulu’’dur ‘’gerçek okur’’; çünkü o okumayı sadece ‘’okumak’’olarak görüp kabul etmez, her bir safhasını okumanın, bir ayine hazırlanıyormuşçasına düzenler… Basittir basit olmasına bu hazırlıklar, ama yaşayana tarifi imkansız bir içsel mutluluk, eşi benzeri az bulunur bir yaşam sevinci verir.

Basit ve standart davranışlar… Bu satırları okuyan hemen her ‘’okur’’un,  ‘’aa, evet ya…’’ diyecek olduğuna eminim şu an:

-kitap ele alınır alınmaz, diğer elde en çok sevilen kalemlerden birini tutuyor olmak,

-okurken oturulan koltuğu, masayı ya da sandalyeyi gözü gibi korumak; onu adeta bir toteme dönüştürmek; zamanla bir başkasının onların yanına bile yaklaşmasını istemeyecek hale gelmek,

-sayfaları aynı biçimde çevirmek; satır altlarını aynı stilde/aynı renk mürekkeple çizmek,

- kitabın boşluklarına hep aynı teknikle notlar almak, ya da asla almamak –bunun için özel defterler ya da bilgisayar klasörleri kullanmak-,

-dışarıda okumayı da sevmek; ama ruhuna en iyi gelen, ona en çok ilham veren, en lezzetli  kahveleri, çayları ikram eden, özenle seçilmiş  müzikleri dinleten  kafe hangisiyse ‘’bugün öğleden sonra oraya gidip okuyacağım birkaç saat’’ demek,

-okunacak onlar, hatta yüzlerce kitaba sahip olduğu halde, gözü hep almak istediklerinde olup, kendini dünyanın en büyük kitap fukarası olarak görmek,

-bir kente gittiğinde, oranın ilk önce sahaflarını, kitapçılarını, kütüphanelerini görmeyi istemek,

-hiçbir kitabı ödünç verememek; hele de en sevilen yazarların kitaplarını; ödünç alınmış kitabı okumaktan keyif alamamak…

Öyle çok ki buna benzer özellikler. Yanılıyor muyum bilmiyorum… Belki de ben, gerçek ‘’okur’’u böyle, bu şekilde tanımlamaktan hoşlanıyorum.

….

Zamanla, okumaya en uygun atmosferin, gri, yağmurlu, rüzgarlı günler olduğunu, en sevdiğim mevsimin yaz değil de sonbahar-kış olduğunu fark ettim; yirmili yaşlarımın sonuna doğru. ‘’Ağustos’un ortasında doğdum, ben tam bir yaz çocuğum’’derken, birden bire, yazın ‘’çok şımarık bir mevsim olduğunu, kendisini çok sevdiğimi söylediğim dönemlerde bile, Eylül’ün geliyor olduğuna içten içe seviniyor olduğum, ve bunu kendimden bile saklamış olduğumu düşünmeye başladım. Yazı da artık, ‘’yazlık kitaplar’’ ve ‘’yazlık kitapçılar’’gerçekliğinden hoşlanmadığım kadar itici buluyorum. Ve, bunu kabullendiğim dönemden beri, kışı doya doya yaşıyor olduğumu fark ediyorum.
Doğu’da ‘’gerçek kış’’la tanışmam vesile oldu belki de buna; orada ‘’gerçek soğuk’’ve ‘’gerçek kar’’la ilk kez tanımış olmam…
Karadeniz’de doğup büyümüş olmamdan kaynaklı olarak ‘’kış=yağmur’’ denkleminden kurtulup, ‘’kış ve kar’’şiirselliğine ulaşmış ve bizahati bunu, iki koca yıl boyunca, uzun uzun yaşamış olmam…
 Tren vagonlarının , karlı ormanların içinden, günler boyu tıngır mıngır geçiyor olduğunu, benim de o vagonlardan birinin içinde olduğumu hayal ediyor olmaktan daha fazla keyif bir olmaması, bu durumda daha da anlaşılır olmaya başlıyor değil mi?
---
Hız… Oldum olası en sevimsiz bulduğum, tüylerimi en fazla diken diken eden, içimi en çok ürperten sözcüklerden biri. ‘’Ölüm’’ gibi. ‘’Katil’’ gibi. ‘’An’’ları, manzaraları yaşamayı, ‘’yolda olmayı’’ engelleyen; kendini insanlığa ‘’güzel bir şey’’miş gibi gösterip, hayatlarımızı, heyecanlarımızı, alışkanlıkların verdiği mutlulukları, beklemenin, ulaşmanın, sabrederek kavuşmanın hazzını katledip, yerine kendi ‘’yeni gerçekliklerini yerleştiren ‘’modern zaman katili’’, bir canavar, hız…

Ne kadar onsuz, ondan ne kadar mahrumsak o kadar mutluyuz aslında. Ne kadar yavaş, dingin kalmayı başarabiliyorsak, o kadar huzurlu, o kadar farkında, o kadar ‘’insan’’ız…
Bu yüzden ben, şu an, ‘’trende olmak’’istiyorum. Karlı bir ormanın ortasından, bir modern zamanlar yılanı gibi süzülüp, yeni coğrafyalara ulaşmak… Yaşamak! Yaşamı, tüm yavaşlığıyla yaşamak…
Gülşah KÖKSAL
15.12.2014

15 Ocak 2015 Perşembe

Çocukluk ve Tarihi Üzerine

kidsalone
“Pink Floyd – Another Brick In The Wall” video klibinden bir kare.
Shulamith Frestone’nin ‘’Cinselliğin Diyalektiği’’ adlı kitabındaki küçük bir bölümle aydınlandı bu yazının başlığı bende. Eğitim fakültesi mezunu bir insan olarak, eğitimin ana nüvelerinden olan ‘’çocuk’’ ve ‘’çocukluk’’ kavramı üzerine hiç düşünmemiş, düşündürülmemiş olmamın yarattığı öfke ve merakla, dünyada ve Türkiye’de bu konu üzerine yapılmış çalışmaların izini sürmeye başladığımda, ülkemin bu alanda yaptığı bilimsel çalışmaların içler acısı hali karşıladı beni asık suratıyla. ‘’Yok’’ dedi bana, ‘’bizi çocuk da çocukluk da ilgilendirmiyor’.
Araştırdıkça gördüm ki, dünyada, 1960’ta Philipe Aries’in çalışmalarıyla başlıyor çocukluk tarihi. Agamben, Stone, Cunningham, Postman, Shorter, Lloyd deMause, Brian Platt, Koops’la devam eden bir süreç. Ülkemizde bu alanla ilgili değerli araştırmalar yapmış en yetkin isimlerden biri ise Prof. Dr. Bekir Onur. ‘’Çocuk, Tarih ve Toplum’’ adlı eserinde konuyla ilgili şöyle demekte hocamız; ‘’Soyut düşünceden hoşlanmayan Türkiye halkı gibi Türkiye bilim dünyasının da kuram sevmeyen, kurama ilgi duymayan, kuramı gevezelik sayan bir anlayış olduğunu görmek ilginçtir. Bu yüzden olsa gerek, Türk bilim adamlarının dünya sosyal bilimlerine kazandırdığı çok az kuramsal bilgiden ve katkıdan söz edebiliyoruz. Sözgelimi, dünya çocuklarının oyunlarını gözden geçiren bir kitapta Türkiye’den herhangi bir ada rastlamıyoruz; dünyadaki çocuk yetiştirme tarzlarını inceleyen bir kitapta Türkiye’den örnekler yer almıyor; çocukluğun tarihini dünya çapında ele alan bir kitapta Türkiye’nin adı geçmiyor. (sayfa II)

---------
Çocuklukluğun tarihi çalışmalarının öncüsü Aries’e göre; ‘’Çocukluğun kendine özgü varlığı Ortaçağ’da tanınmıyordu. 17.yy’da zorunlu eğitimin yaygınlaşmaya başlaması yeni bir çocukluk anlayışının temellerini attı; ancak bu gelişme çocuğu toplumsal denetim aracı haline getirdi.’’
Tüm bunlar aklınızda yeni soru işaretleri yaratmaya vesile oldu mu bilmiyorum ama resmi tarihin içerisinde bu bilgilerin hala yer almıyor olması günümüz insanları için büyük bir eksiklik. Düşünebiliyor musunuz, ekmek, kalem, bulut kadar alelade kullandığımız kavramlardan biri de ‘’çocuk’’. Peki nedir çocuk? Neden Sanayi Devrimi öncesinde dillere pelesenk olamamıştı da 1850-1950 yılları arasında altın çağını yaşar oldu? Bundan sonrasını kendisiyle, bir eğitimci olarak hemfikir olduğum, Frestone’nin ifadeleriyle birlikte açıklamaya çalışacağım.
Frestone, ‘’Kahrolsun Çocukluk’’ diye başlamış söze. Neden kahrolsun? Çünkü bu kavramla birlikte çocuklara yeni bir kalıp oluşturuluyor. 1600′lerle birlikte yeni bir dönem açılıyor çocuk dünyasında; oyuncaklar üretiliyor, yeni bir çocuk dili geliştiriliyor; yetişkin kıyafetlerinin küçültülmüş şekillerini giyen çocuklar için yeni bir ‘’çocuk kıyafetleri’’ sektörü oluşuyor. Böylece, kadınlardan sonra çocuklar da saygı gösterilmesi, korunması, eğitilmesi gereken ‘’açık seçik’’ bir ‘’ezilen sınıf’’a dönüştürülmeye başlanıyor. Bu sınıfın, eğitim süresinin uzatılması sonucunda ekonomik olarak uzun yıllar aileye bağlı kılınmasıyla, burjuva aile geleneğinin ömrünün uzatılması hedefleniyor. Çocuk merkezli yeni burjuva ailesinde, çocuklar sürekli gözetilmeye başlanan birer tutsak haline dönüştürülüyor.
 Sonuç; Ortaçağ’da ve daha sonra bir süre çok rastlanan çocuk dahilerin sayısı zamanımızda neredeyse sıfıra inmiş durumda…
---------
Bu tarihsel süreci anlamak, tanımak, yorumlamak, geçmişin ışığında günümüzü yeniden ele almak, geleceği şekillendirecek olan çocuklarımız için elzem bir süreç. Onları okşarken köreltiyor, koruduğumuzu sanırken kanatlarını kırıyor, uzun süreli eğitimler verip daha başarılı olacaklarını sanırken düş ve duygu dünyalarını parçalıyor olduğumuzun kaçımız farkındayız acaba? Onların küçük birer dahi olduklarını, olabileceklerine kaçımız inanıyoruz? Ve kaçımız onların ezilen, yok sayılan, acınılan ve korunmaya muhtaç birer zavallı topluluğu olduklarında hemfikir değiliz?
(Bu kısmı haykırarak dile getiriyorum.)
Çocukları özgür bırakın. Onları sımsıkı kavrayan parmaklarınızı biraz olsun gevşettiğinizde ortaya neler çıkabileceğini hayal etmeye çalışın. Daha güzel bir yarın için, lütfen bunu yapmayı bir kez olsun deneyin. Kibrinizden kurtulup, onlara bir yetişkin saygısı göstermek kolay olmayacaktır elbet; ama sandığınız kadar seviyorsanız onları, onların özgürlüğüne kibrinizi bir kez olsun feda etmeye can atın.

Gülşah KÖKSAL

13 Ocak 2015 Salı

Uyandırma Servisi

Varlığım bir küfür gibi çarpsın cehaletinizi suratlarınıza.
Kaçmaya köşe bucak yer arayışınız olayım her daim.
Yakanızdan silkip atmaya çalıştıkça hayaletimi,
Kararlı ve gür sesim yankılansın kulaklarınızda:
"Boşuna uğraşma!"

Ben bir ceza olarak gönderildim size.
Bir "uyandırma servisi" olarak;
Uykunuzun en tatlı yerinde
Bangır bangır çalan
Bir çalar saat olarak.

"Yeter artık! Uyan. Haydi!" diyor olduğum için nefret ediliyorum bu kadar.
Yoksa, bir çalar saatin kendisinden
Neden nefret edilir ki başka!

Pili bitmiş,
Çala çala tükenmiş,
Susmuş  bir saatin -varlığı değil
Düşüncesi bile yetiyor
Tüylerinizi diken diken etmeye,
Biliyorum.
Sizi anlıyorum
Tanıyorum.

Ancak,
Şunu iyi bellemenizi istiyorum;
Bir düşünceden kaçıyor olduğuna inanmak
Sadece yanılmaktır.
Kendini kandırmaktır.

"Benden nefret etmeyin artık" demiyorum,
"Bana duyduğunuz nefretin kaynağını kendi içinizde arayın" diyorum
Kendinizi eksiklikleriniz,
Kusurlarınız,
Sıradanlığınızla da sevebilirsiniz -diyorum.

Bunu başarmış olamadığınız için bu öfke
Bu horgörü
Bu nefret diyorum.

Bazen
En bakımlı halimle geleceğim yanınıza;
Gözleriniz kamaşacak ışıltımdan.
Bazense,
Çirkin mi çirkin görüntümle
Bulanacak içiniz,
Beni "güzel" ya da "çirkin" diye
Kategorize edemeyeceksiniz.

Ne sustuğum belli olacak
Ne konuştuğum.
Susuşum da
Konuştuğum anlardaki gibi
Çıldırtacak sizi;
En bilge halimin,
Suskun görüntümün altında olduğunu düşüneceksiniz.

Küçük, saçma, basit kaygılarınız geldiğinde aklınıza
Hepsi için benim
"Beş para eder şeyler değil bunlar"
Deyişimi anımsayıp
İrkileceksiniz.

Yine
İç sesinizle bana cevaplar yetiştirmeye çalışacak
Bunun, kendinizle girdiğiniz micadelenin
Bir uzantısı olduğunu
Kabul etmek istemeyeceksiniz.

Varlığım
Bir küfür gibi çarpacak suratınıza
Cehaletinizi,
Kaçmaya köşe bucak yer arayışınız olacağım
Her daim...

Yakanızdan silkip atmaya çalıştıkça
Hayaletimi,
Kararlı ve gür sesim yankılanacak
Kulak zamlarınızda:
"Boşuna uğraşma!"


Gülşah Köksal
07.01.2015


10 Ocak 2015 Cumartesi

küçük ''ruhlar''

Özgürlük büyük ruhların harcıdır
kural, düzen, nizam duramaz onların üzerinde.
Küçük ruhları ise
bunlardan yoksun kalmak acıtır.

Onlar
dizginsiz, yularsız, kırbaçsız
kaldığında
ne yöne yürüyecek olduğunu şaşırır.

Dertlidir küçük ''ruhlar'',
sancılıdır.
Kapıyı üzerine kendi elleriyle kilitlemiş
kör bir avcıdır.
Bıkmıştır kendi varlığından
usanmış,
yıllar yılı kaçmaya bir delik aramış
-aradığını sanmış,
bulamamıştır.

Merhamet duyarsınız onlara,
bunu fark ettiği an
daha da azıtır.

Yıldız gibi parlayan kadınlardan olamazlar küçük 'ruhlar'';
Bir kadını yer çekiminden kurtarıp
göklere taşıyabilen adamlar değillerdir onlar,
sıradandırlar.
Başlarını gündelik hesaplardan
kaldıramıyor olmalarından
anlaşılırlar.

Zorlarının
karşısındakilerin mutluluğu ile olduğunu
saklamayı
ne yapsalar
başaramazlar.

Bir saklambaçın
ilk saniyesinde sobelenen
birer minik ''zavallı''dırlar.
''Gördüm seni, oradasın'' desen de,
aldırış etmez,
inanmazlar.

Her yerdedirler, her yerde.
Günden güne çoğalırlar.
Mahallenizi, şehirlerinizi, iş yerlerinizi
bir veba gibi kuşatırlar.
Eklemlenirler benzerlerine
tek başlarına nefes alamazlar.


Gülşah KÖKSAL
10.01.2015

5 Ocak 2015 Pazartesi

GÜNEŞ-DİL TEORİSİNİ YAKUP KADRİ’DEN DİNLEMEK


Daha önceki yazılarımdan birinde, Derrida’nın Türkiye ziyareti sırasında bir arkadaşına yazmış olduğu ve orada , yeni Türk devleti kurulurken yapılan devrimlerden biri olan  ‘’harf devrimi’’ile ilgili düşünce, eleştiri ve yorumlarını dile getirdiği bir mektubu ele almıştım. Bu yazıda da, Yavuz Bülent Bakiler’in Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla Güneş-Dil Teorisi üzerine yapmış olduğu bir söyleşiden bahsetmeye çalışacağım.

ULUS DEVLET KURMAK İÇİN…

Çok uluslu bir yapıdan, ulus devlete geçiş süreci birçok değişimi de beraberinde getirmek zorundadır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu gibi etnik, dinsel, dilsel çeşitliliğin çok fazla olduğu bir yapıyı, ‘milli devlet’ haline getirmek için yeni bir dil-tarih yazınına ihtiyaç duyulmuştur. Her ulus devlet, kuruluş aşamasında böylesi bir milli tarih-coğrafya- felsefe-dil çalışmalarına, kuruluşuyla eş zamanlı olarak start vermek durumunda kalmıştır.  Güneş-Dil Teorisi de böyle bir düşünce yapısının ürünüdür. Teori, M.Kemal döneminde büyük ses getirmiş olmasına rağmen, zamanla popülaritesini kaybetmiş ve adı yalnızca ders kitaplarında anılır hale gelmiştir. Şimdi, bu hakkında çok konuşulan, ülke içinde ve dünyada büyük tartışmalara yol açan  teorinin tarihsel seyrine, birlikte  kısaca bir göz atalım.

GÜNEŞ-DİL TEORİSİ

Viyanalı dilbilimci Dr. H. F.  Kıvergiç tarafından ortaya atılan teori, Türkçe’nin  dünyada kullanılan ilk dil olduğunu, bütün dillerin Türkçe’den türemiş olduğunu iddia eder. Yeni kurulmakta olan ulus devletin siyasileri ve dilbilimcileri bu yeni teoriyi heyecanla karışılar ve benimser. Yakup K. Karaosmanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler’e vermiş olduğu bir röportajda bu süreci şöyle anlatmaktadır: ‘’Vedat Nedim Tör Basın Yayın genel müdürü olup, benim yakın arkadaşlarımdandı. Bir gün beni telefonla aradı. ‘’Yakup,’’ dedi, ‘’Viyanalı bir dil alimi şu an benim yanımda. Türkçe üzerine çok dikkat çeken çalışmaları olmuş. Çalışmalarını Atatürk’ümüze de göndermiş ama bir cevap alamamış. Kalkıp Ankara’ya gelmiş. Şimdi istiyor ki, tespitlerini bizzat Atatürk’ümüze arz etsin. Alsana bu Viyanalı dil alimini yanına, götürsene Çankaya Köşkü’ne.’’ Birlikte Çankaya’ya varırlar, ve Kıvergiç Atatrürk’e teorisini anlatır: ‘’Ekselansları, ilk insan güneşi gördüğü zaman Türkçe’deki ilk sesli harf olan harfi telaffuz etti. ‘’A’’ dedi.  Nitekim şimdi hem Türk milleti olarak sizler, hem de bu tür dünya milletleri hayretlerini ‘’A! A!’’ diye ifade ediyorlar. İlk insan bir canavarla karşılaştığında ‘’Ooo’’ diyerek korkusunu ortaya koydu. Uzaklık anlayışını ‘’Uuu’’ seslisiyle ifade etti. Sonra ilk insan merak ettiği şey, bir konunun tekrarı için ‘’Eee?’ diye sordu. Hoşlanmadığı şeylerden, kişilerden ‘’Ööö’’ diye bahsetti. Bu sesli harflerden sonra insanın kullandığı ilk hece ‘’ağ’dır.  Zamanla t, ç, k, n harflerini de kullandı, anağkara, anağra anağra dedi ve anağra zamanla Ankara oldu. Ankara binlerce yıllık bir Türk şehridir ve tamamen Türkçe bir kelimedir. İlk insan Türk’tür. İlk lisan Türkçe’dir.’’   Karaosmaoğlu bunlar anlatılırken sürekli  M. Kemal’in yüzüne bakmakta ve tüm bu iddiaların saçmalığıyla ilgili bir itirazda bulunacağını beklemektedir. Ancak M. Kemal böyle bir davranışta bulunmaz, ve anlatılanları mütebessim bir yüzle dinler. Karaosmanoğlu bunun nedeni de şöyle gerekçelendirir: ‘’ Kendileri bir itirazda bulunmadı, çünkü Atatürk şöven, yani aşırı duygularla yüklü bir Türk milliyetçisiydi. Bu bakımdan Viyanalı dilbilimcinin açıklamaları, iddiaları çok hoşuna gitti.’’

Dil teorisinin devamında  göç hareketleri çalışmalarına başlanılır. Güneş-Dil Teorisinin yolu takip edilir. Bu haritalarda soyumuzun Orta Asya’dan çıkarak dünyanın hemen her yanına gittiği gösterilir. Bering  Boğazı’nı geçerek Amerika’ya ulaşan Türkler, yükseklerden, büyük bir gürültüyle akan şelaleyi görünce ‘’ne yaygara, ne yaygara’’ diye tepki göstermişler ve bu şelale  ‘’Niyagara’’ ; oranın en uzun ırmağını gördüklerinde de ‘’amma da uzun, amma da uzun’’ dedikleri için nehrin adı ‘’Amazon’’ olarak kalmıştır… Bir espiri olarak da algılanabilecek bu çıkarsamalar, döneminde akademik çevreleri bile ikna edebilecek güce ulaşmıştır. İşin daha vahim tarafı, bu akıl almaz teori 1935’te, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Hasan Reşit Tankut tarafından 1940 yılına kadar, ders olarak okutulmuştur. (Ders olarak okutulmasının sona ermesinde, Cumhurbaşkanı olarak  göreve başlayan İsmet İnönü’nün, teorinin asılsızlığından dolayı dünyanın önde gelen biliminsanları tarafından alay konusu edildiğimizi söyleyen ülke aydınlarının şikayetlerini dikkate alması etkili olmuştur.)


YAVUZ BÜLENT BAKİLER’DEN BİR ANI

Baki’ler 1960 darbesinin yeni yaşandığı sırada, hukuk fakültesi son sınıf öğrencisiyken, Nihat Doğan’ın gazete idaresinde arkadaşlarıyla sohbettedir. O günü şöyle anlatır: ‘’Arkadaşlar ağızlarını ‘’Atatürk!’’ diye açıyor, ‘’Atatürk!’’ diye kapatıyorlardı. Görüyordum ki arkadaşlarım ilkokulda, ortaokulda bize anlatılanlarla konuşmaktalar. Anlıyordum ki, hiçbirisi Atatürk üzerine bir tek kitap okumamış. Ama hepsi de bir davul gümbürtüsüyle ağızlarını açmaktadırlar. Söz bir ara Atatürk’ün dilimize yaptığı büyük hizmetlere geldi. Ben de onlara, Atatürk’ün dilimizi çok defa yanlış mecraya soktuğunu anlattım. Güneş-Dil Teorisi’ni ortaya koydum. Birdenbire adeta küçük bir kıyamet koptu. Hep bir ağızdan bağırmaya başladılar: ‘’Olamaz, Atamız böyle saçmalıklara katiyen kulak asmaz. Anlattıkların Atatürk düşmanlarının uydurmalarıdır. Atatürk nasıl bütün dünya dilleri Türkçe’den doğmuştur diyebilir? İlk insanın Türk olduğuna kim inanır?’’ Tartışmaya, aralarında yer alan ve tartışmaya uzaktan kulak kabartan, kendilerinden yaşça büyük bir arkadaş dahil olur (Fikret Polater) o noktada ve ‘’Evet’’, ‘’Bakiler doğru söylüyor, Atatürk bir ara Güneş-Dil Teorisine inandı. Ben talebeyken 1937’de Sivas’a geldi. Benim talebe olarak bulunduğum sınıfı ziyaret etti. Matematik dersindeydik ve paralel konusunu işliyorduk. Paşa bize paralelin ne demek olduğunu sordu. Öğrencilerden biri; ‘’paralel Latince bir kelimedir, ve sonsuzda kesişmeyen iki çizgidir Paşam’’ yanıtını verdi. Atatürk, ‘’Çocuklar, siz hiç yan yana yürüyen iki öküz arabasına bindiniz mi? Onlar nasıl giderler? İki arkadaş yan yana yürüdükleri zaman biz onlara nasıl yürüyorlar deriz?’’. Çocuklar hep birlikte ‘’Beraber yürüyorlar deriz efendim.’’ Atatürk’ün beklediği cevap buydu: ‘’Doğru, öyle deriz. İşte batılılar bizim ‘’barabar’’ı alarak onu ‘’paralel’’ şekline soktular. Paralel, Türkçe olan ‘’barabar’’ dan gelmektedir. Anladınız mı çocuklar? ‘’ Ve Bakiler, ‘’Fikret ağabeyin bu hatırasını anlatmasının ardından, ‘’Bunlar Atatürk düşmanlarının uydurmasıdır, o böyle saçmalıklar yapmaz.’’diye bağırıp çağıranlar benimle kavga etmekten vazgeçtiler.’’der.

Konu resmi tarih, Mustafa Kemal’in yapıp ettikleri, kurmaya çalıştığı düzen ve sistem olduğunda, karşımıza bin bir totem ve tabu çıkmaktadır. Yakup Kadri de bu nedenle, bahsi geçen dil teorisiyle ilgili dile getirdiklerinden sonra Bakiler’e ‘’Güneş-Dil Teorisi akıl dışı, mantık dışı, ilim dışı bir safsatadır. Hiçbir ciddiyeti yoktur. Ama bu cümlemi katiyen yazmayacaksınız. Yazarsanız tekzip ederim! Ben böyle bir iddiada bulunmadım derim, anladınız mı?’’, demek mecburiyetinde hissetmiştir kendini.

TÜRK DİL KURUMU ARŞVİDEN BİR TUTANAK

Bugün itibariyle, bu teoriye ait bir tutanak, Türk Dil Kurumu’nun resmi internet sitesinde 3. Türk Dil Kurultayı Güneş-Dil Teorisi ve Dil Karşılaştırmaları Raporu olarak yer almaktadır. 31/01/1936 tarihli rapordan örnek olarak sunulabilecek birkaç madde:
Madde 1-) ‘’Güneş-Dil Teorisi lenguistik aleminde esaslı bir devrim yapacak mahiyette, tamamiyle orijinal, enteresan ve derin bir teoridir.
Madde 2-)Bu teori, yalnız lisaniyat meseleleri ile ilgili değil, aynı zamanda en geniş ve en çetin antropoloji, arkeoloji, istuvar-pireistuvar ve biyo-psikoloji meselelerinin halliyle ilgilidir.
Madde 5-)Komisyonda bulunan ecnebi alimleri arasında ‘’Güneş-Dil’’ Teorisini tanımakta bulunan bir kısmı Türk arkadaşlarının görüşleriyle mutabakatlarını bildirmişlerdir.


SONUÇ YERİNE

Ulus devletlerin inşası aşamasında totaliter bir eksen hep bulunmuş, söylem her ne kadar özgür, demokratik, akılcı ve bilim odaklı bir toplum yaratma yönünde olsa da, bilinçler, -özellikle de resmi ve zorunlu eğitim yolu ile- devlet eliyle şekillendirilmeye çalışılmıştır. Kuşkusuz, böylesi bir sistemin, kendi meşruiyetini sağlayıp sürdürebilmesi için izleyeceği en sağlam yol da budur. Burada yaptığımız en büyük hata belki de, karşımızdaki sistem kurucularının ya da dönem insanlarının tüm yapıp ettiklerinin ‘’kesin ve mutlak doğru’’lar olmasını bekliyor olmamızdır. Bu algıyla yetiştirilen bireyler, resmi olmayan tarihle biraz da olsa ilgilenmemiş ya da genel tarih bilgisine vakıf olamamışlarsa, hayallerinde oluşturdukları ‘’Tanrı-Lider’’le bağdaşmayan her düşünceye şiddetli ve kof tepkiler vermek durumunda kalacaklardır. Bakiler’in arkadaşlarıyla yaşadığı diyalog da, tam bu noktada önem kazanmaktadır. Tarihsel bir isimle ilgili ; ‘’O öyle yapmamıştır.’’, ‘’Bunu kesinlikle o söylememiştir.’’, gibi yaklaşımlar ancak, tarih gibi belgelere dayanan bir alanla ilgili konuşabilmek için yeterli kapasiteye sahip olamadığımızın göstergesi olabilir. Nitekim, Güneş-Dil Teorisi de, tarihsel gerçekliğini, Yakup Kadri’nin hatıra anektotlarından değil, yukarıda paylaşılan Dil Kurultayı Raporu’ndan almakta, bu rapor da TDK’nın resmi internet sitesinde, dileyen herkesin ulaşmasına olanak sağlayacak şekilde, mevcudiyetini korumaktadır.


Gülşah KÖKSAL

Borges’in Evindeki Manguel

‘’Borges için okumak, asla olamayacağını bildiği o adamlar olmanın bir yolu: eylem adamları, büyük aşıklar, büyük savaşçılar...’’



Her kitabın bir kuruluş öyküsü vardır yazarı için. Bazen bu öykü, bazen de bizim bir kitapla karşılaşma öykümüz, kitabın içerisinde yer alanlardan daha ilginç hale gelebilir. Benim okuma yaşantım da, kendimce önemli bulduğum, onlarca öyküyle dolu.
Birkaç yıl önce, Doğu’da görev yaptığım şehrin yaşayan en eski kitabevini kendime mabed edinişimle birlikte, kitaplığıma, kelepir fiyatına aldığım onlarca ‘’tarihi eser’’ düzeyinde kitap eklemiş oldum. Bunun için gerekli olan tek şey raflar arasında birkaç saatliğine kaybolmaktı… Sonrasında kasaya doğru yürürken; kucağımda taşıdığım kitapların dile geldiğini ve bana bir şeyler fısıldadığını düşünürdüm hep. Yıllarca tozlu raflarda öylece durmuş, ve gelip birinin değerini fark edeceğini umut ederek sabırla beklemiş olduğuna hep inandığım bu kitaplar, gözlerimin içine sevinçle bakıp; ’’iyi ki geldin ve çekip aldın beni çöplükten’’ der gibiydi. Böyle günlerde ellerim, üstüm başım toz içinde, dünyanın en önemli gizini çözmeyi başarmış, ya da, en gizli mabedinin yerini bir tesadüf eseri fark etmiş, bir altın madenine rastlayıvermiş insan nasıl hissederse kendini, öyle mutlu, öyle heyecanlı ve öyle coşkulu bir şekilde, koşar adımlarla eve atardım kendimi. Borges’in en sevdiğim cümlelerinden biri düşer böyle zamanlarda aklıma: ‘’Bir kitabın bize mutluluk olasılığı sunduğuna neden inandığımı tam olarak bilmiyorum, ama bu alçakgönüllü mucize için gerçekten minnettarım.’’

 Yine böyle günlerden birinde, Borges’i yeni yeni okumaya, ve onunla ilgili daha fazla şey öğrenmeye karar verdiğim bir dönemde, üzerinde ‘’Borges’in Evinde’’yazan, katoloğa benzer, Alberto Manguel isimli bir yazarın kitabına denk geldim. Manguel’i tanımıyordum, ama Borges için bu ilk baskı, ucuz mu ucuz kitabı almaya değerdi…! Öyle de yaptım. Manguel’le ilk karşılaşmam böyle oldu, ve, diğer kitaplarına da ulaştım sonra, bir bir. Hepsi kitaplar üzerine hazırlanmış ayrı bir külliyat gibiydi. Kağıdın, kitabın, kütüphanelerin, mürekkebin tarihsel serüvenini seriyordu önüme her bir çalışması, ve bu seyir dört boyutlu bir biçimde yaşanıyordu adeta içimde. Anlattıklarını görebiliyor, koklayabiliyor, tarih öncesinden gelen sesleri işitebiliyor, ve dönemin kokularını alabiliyor olduğumu hissediyordum onun kitaplarıyla baş başa kaldığımda. Onun, bu yılki İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’ın yabancı konuklarından biri olarak gelecek olduğu haberini aldığımda, uzaklardan çok yakın bir dostum geliyor gibi bir hisse kapıldım. Yaşamıma o denli  dahil olmuştu artık bu isim. Gazete sayfalarında boy boy fotoğraflarının ve kitap kapaklarının yayınlandığını gördükçe, onunla karşılaşma anım tekrar tekrar canlanıverdi gözlerimin önünde. Kendime ‘kendim’ olduğum, iyi bir koku alma yönüm, doğru isimleri ve doğru kitapları sezebilme yeteneğim ve bunu geliştirme gayretim için, bir kez daha teşekkür ettim.



Borges’le Geçen Dört Yıl

Bahsettiğim kitap adını, Manguel’in Borges’in evinde, ona kitap okuyarak geçirdiği dört yıldan almakta. Manguel, on altı yaşlarındayken, Buenos Aires’teki bir kitapçıda çalışmaya başlar, ve yazarla burada tanışır. Borges, bir aile mirası olarak, otuz yaşından, elli sekiz yaşına doğru görme yeteneğini yavaş yavaş yitirmiştir. Karşılaşmanın yaşandığı dönemde, Ulusal Kütüphane’de yönetici olarak çalışmaktadır. Bir iş çıkışı uğrar Manguel’in bulunduğu kitabevine, ve birkaç kitap aldıktan sonra ona, ‘’eğer başka bir işi yoksa akşamları kendisine kitap okuyup okuyamayacağını’’ sorar. Teklifi kabul eden Manguel, 1964-1968 yılları arası, haftanın üç-dört günü Borges’in evine gidip kendisine kitap okur.

Körlüğünü, kendisine ‘’kitapları ve geceyi’’ bahşeden Tanrı’nın bir ironisi olarak gören Borges, oldukça sade döşenmiş ve içinde çok az kitabın bulunduğu bir eve sahiptir. Evrene ‘’kütüphane’’ demiş ve cenneti bir ‘’kütüphane şeklinde tasvir etmiş’’ bir yazarın evine gelen ziyaretçiler ‘’ kitaplarla kaplanmış bir yer, ek yerlerinden patlamak üzere olan raflar, geçişleri tıkayan ve her delikten fışkıran basılı malzeme yığınları, bir mürekkep ve kağıt ormanı görmeyi bekliyordu. Bunun yerine, kitapların göze batmayan bir köşede toplandığı bir apartman dairesi ile karşılaşıyorlardı.’’, diye anlatır Manguel bu  durumu.

Borges’in bu mütevazi  kitaplığının  büyük bir bölümünü sözlükler ve ansiklopediler oluşturmaktadır. Çocukluğunda oldukça çekingen olduğu ve kütüphaneye gittiğinde aradığı kitabı sormaktan utandığı için, genellikle bir ansiklopediye uzanıp, açtığı ilk maddeyi okumaya başlaması onun hayatı boyunca kopamayacağı bir alışkanlığı olarak kalacaktır. Kitaplığında en az bulunan şeyse kendi yazdığı kitaplardır. Bunun nedenini şöyle ifade eder: ‘’ Kendimi her şeyden önce bir okur olarak görüyorum ve çevremde de bulunmasını istediği şey, başkalarının kitapları.’’

Yine, Manguel’den öğrendiğimize göre Borges, oldukça başına buyruk bir okur. Bir kitabı son sayfasına kadar okumak gibi zorunluluk hissetmez, ve her okuyucu gibi onun da kütüphanesi bir nevi otobiyografisi olma özelliğine sahip. Olasılık ve anarşinin kurallarına olan inancı yansıtan bir kitaplık… Borges, kitap seçimiyle ilgili duruşunu şöyle dile getirir: ’’ Ben zevk peşinde koşan bir okuyucuyum. Kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.’’

Çocukluğundan beri kaplanlara karşı özel bir ilgisi ve sevgisi olduğu bilinen olan Borges, eserlerinde bu canlıyla birlikte, ayna ve labirent gibi nesneleri metafor olarak sıkça kullanmış. Bahsettiğim kitabevinden, yine üzerinde Borges adını taşıyor diye aldığım kitaplardan biri de Demir Özlü’ye ait: Borges’in Kaplanları. (Özlü’yle de ilk karşılaşmamdı bu. Tezer Özlü’yü severek okuyor olmama rağmen, abisinin varlığından haberdar değildim, Borges isminin izini sürerken tanıştığım bir isim olarak kişisel tarihimdeki yerini aldı bu değerli yazar da.) Borges’in yazar kimliğinin nasıl ortaya çıktığı, onu yazmaya yönelten temel nedenin ne olduğunu bilmek de önemli. Bunu da Özlü’nün kitabında yer alan bir söyleşiden aktaralım: ‘’Kitaplarımda kendimden başka hiçbir şeyden söz etmedim. Kendi benliğimden de her zaman biliyordum ki, gerçek yazarın söyleyecek hiçbir sözü yoktur. Uyanmak isteyen isteklerimi bastırmak isteyen gece canavarlarını, kesinlikle betimleyerek öldürmek için yazıyorum.’’

87 yaşında, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatı sona eren yazar, yapıtlarının eşsizliği ve edebiyat dünyasındaki yeri kadar, ‘’yazılmış-yaşanmış’’ yaşam öyüküsüyle de önemli ve ilgi çekici bir isim. Onu Manguel’den dinlemek ise ayrı bir keyif ve zevk…

Kaynak:
Alberto Manguel, 2001, Çev: Cem Akaş, YKY
Demir Özlü, 2000, YKY


Gülşah Köksal

28.12.2013