9 Mayıs 2015 Cumartesi

MODERN İNSAN VE ACI





Acılarımız, parmak izlerimiz gibi; bizi ‘’biz’’ yaparken, benliğimizi benzersiz kılıyor; mutluluklarımızsa, avuç içlerimiz gibi, üç aşağı beş yukarı benzer izler taşıyor; kalın, ince, uzun, kısa, net ya da silik hepitopu birkaç çizgi… Sevinirken, mutluyken, hepimiz ne kadar da aynıyız; yüzleri basan gülücükler, el çırpmalar, danslar, kahkahalar gibi birörnek davranışlar… Peki ya acı çekerken? Kim kime benziyor? Ya, acılarla baş etme yöntemlerimiz… Nasıl da başkalaşarak çıkıyoruz her acı dolu dönemin ardından. Ne ötekilere, ne kendimiz sandığımız kişiye beziyor, artık yeni bir insan, yeni bir ‘’ben’’ olmuyor muyuz o karanlık dönemlerle birlikte? Buna borçlu değil miyiz gerçekte ruhumuzun farkında olmaksızın sanata el uzatışını; gözlerimizi gökyüzüne çevirişimizi, yaprağın içindeki gizi merak edişimizi; bir kediyle, balıkla konuşmayı deneyişimizi…  Sağaltmaya çalışırken içimizdeki kopkoyu kederi, benliğimizin en karanlık noktasından ışığa doğru yürümeyi bekleyen ressamı, şairi, müzisyeni, edebiyatçıyı da doğurmuyor muyuz bir taraftan, acı dolu çığlıklar eşliğinde…. Kim varır, mutluyken, aşkını tüm güzelliğiyle karşılıklı yaşarken, etrafı arzu edilen insanların kalabalığıyla çevriliyken… gökyüzünün, yeryüzünün, ve bilcümle mahlukatın farkına? Öyleyse biz, kimliğimiz ve benzersizliğimiz kadar, insanlığımızı da borçluyuz acılarımızın tamamına. Yalnızlık, ayrılık, yoksunluk, ölüm, iflas, aşk, gurbet… Hepsi yaşanıp tanındıkça, birer sözcük olmaktan çok daha fazlası haline gelip, gerçek anlamını bulmuyor. Mide krampı, baş dönmesi, tansiyon ya da müzmin bir migren ağrısı şekline dönüşüp, bedenlenip çıkıyor karşımıza; kimi zaman da ‘’yok olma’’  arzusu olarak…

Okulların, kışlaların, düzenli aile evlerinin, patronların; ya da, dinin, geleneğin, toplumsal dayatmaların mevcudiyetine etki etmesine izin vermeyen bireyin ‘’uyumsuz’ olma sürecidir biraz da acı. Camus’un tabiriyle ‘’uyumsuz’’, ‘açık görüşlü ust’ur. Yine, O’na göre uyumsuzluk, ‘’anlaşıldığı andan sonra bir tutkudur, tutkuların en can alıcısıdır. Ama tutkularımızla yaşayabilecek miyiz, yaşayamayacak mıyız; yüreğimizi bir yandan coştururken, bir yanda da yakacak olan derin yasalarını benimseyecek miyiz, benimsemeyecek miyiz, işte tüm sorun bu.’’
 Sisifos Söyleni adlı kitabına ‘’Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.’’ , diyerek söze başlayan Canus, birey olarak toplumla aynı bakış açısına sahip olmamanın intiharla olan ilişkisini tartışmış. Acıların, kişinin gözündeki perdeyi aralamasından bahsetmiş aslında biraz da O.  Şeylerin altında yatan gerçek nedenlerin ne olduğunun merak edilmeye başlanmasından, yasaların, toplumun, ailenin, estetiğin, etiğin ve dinsel ahlakın sorgulanmasının elzem şeyler olarak görülmesi ile birlikte, ayaklar altında sapasağlammış gibi durmakta olan zemin bir anda kaymaya başlar, ve kişi kocaman bir boşluk ve anlamsızlık duygusu içinde buluverir kendini. Ionesco ‘’Yalnız Adam’’ adlı yapıtında, tam da bu noktaya gelmiş bir insanın duygularını anlatmaya çalışır:‘’Öteden beri bir şey eksikmiş gibi geldi bana, dolayısıyla hep eksiklik duydum. Neydi eksik olan? Neydi bendeki eksiklik? Her şeyi bilmek isterdim. Buydu işte eksiğim. Bilememiş olmak. Her şeyi bilememek. Bilgisizdim, ama bilgisiz olduğumu fark etmeyecek kadar değil. (…) Acım onulmazdı. Öteden beri omuzlarıma çöken şu ağırlık… Güçsüzlüğün yorgunluğuydu bu. Milyonlarca canlı gelmişti yeryüzüne, ve her birine, şu evrensel can sıkıntısı. Her biri Atlas gibi, bilinmeyenin altında iki büklüm olmuş, evrende bir tek kendisi varmış gibi, dünyanın bütün ağırlığını taşımıştı. En büyük bilginin de benim kadar bilgisiz olduğunu, ve bunun bilincinde olduğunu söylemek beni avutuyor, acımı dindiriyor muydu? Ayrıca, bu doğru muydu?’’ Bunlar, bir büroda, küçük bir aylıkla çalışırken, kim olduğu bilinmeyen bir akraba tarafından kendisine bırakılan yüklü bir mirasla, tüm yaşamı boyunca ‘’aylak’’ hayata adım atma hayalini kurmuş bir kişinin ‘’yaşamın ne olduğu’’ sorusuyla karşı karşıya geldiği anlardaki içsel konuşmalarında biri. Yaşamsal hiçbir kaygısı olmayan bu insan, onulmaz acısından kurtulabilmenin yolunun ‘’bilebilmek’’ten geçiyor olduğunu söylerken; insanları ‘’huzurun anahtarını yitirmiş, büyük acıların sırlarından başka bir şeye varamayan öfkeliler’’ diye  tanımlayan E. M. Cioran ise, yaşamaya yardım eden düşüncenin ‘’intihar düşüncesi’’ olduğunu ileri sürüyor. Şöyle açıklıyor bunu Ezeli Mağlup adlı kitabında: ‘’Bu düşünceye bir tür itibar iadesinden yanayım. İnsanın buna ihtiyacı olduğundan eminim: Buraya gerçekten niçin atılmış olduğumuzu düşündüğümüz zaman, bilemeyiz. Yaptıklarımızın genel olarak hiçbir ilginçliği yoktur. Niçin? Geleceğin insanlar için neler hazırladığı bilinince…’’, ‘’İntiharsız hayat bence gerçekten tahammül edilemez bir şey olurdu.’’, der, ama bambaşka bir açıdan konuya yaklaştığını da belirtir. ‘’Kendimizi öldürmeye ihtiyacımız yoktur. Kendimizi öldürebileceğimize ihtiyacımız vardır. Bu fikir coşku vericidir. Her şeye tahammül etmenize imkan verir. İnsana verilmiş en büyük avantajlardan biridir. Karmaşık değil. İntihardan yana değilim, bu fikrin yararlılığından yanayım sadece.’’, diye de ekler. Ona göre, dünyaya niçin atıldığımızı bilemeden yaşar gideriz. Hepimiz aslında ‘’varoluşa çarptırılmışızdır’’ve bunun sonuçlarına bir hayvan gibi maruz kalırız. Yaşam büyük oranda korkularımızdan oluşur, ve bundan kaçınmaya çalıştıkça zavallılaşıp komikleşiriz. Herkes her an, daha rahat, daha mutlu ve daha güzel bir yaşamın önünde açılması için yaşamdan bir mucize bekler durur. Ama insanlar ve içinde yer aldığımız sistemler alabildiğine kötü, alabildiğine acımasız ve bencilken, böylesi bir mucizenin gerçekleşebilmesi mümkün müdür?  Camus, buna karşı şu soruyu yöneltir: ‘’İsteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli?  Burada cevap hakkını Spinoza’ya vermeli.


Spinoza felsefesinin temellerinden birini ‘’conatus’’ kavramı oluşturur. ‘Çaba’ anlamına gelen conatus, doğada bulunan  her şeyin özüdür. O’nun deyimiyle her şey, kendi varlıkları içinde var olmayı sürdürmek için çabalar. Ne kadar conatus sahibiysek o kadar kendimize bağlıyızdır, o kadar zihnimiz açıktır ve o kadar erdemliyizdir. Yani conatus ile, özgürlük, zihin ve erdem arasında doğru bir orantı vardır. Bu bağlamdan yola çıkarak ‘kendi bedenimizin varoluşunu sona erdiren fikir zihnimiz içinde oluşturulamaz, çünkü zihne karşıdır’’. Etika adlı eserinde tartıştığı bu konu ile ilgili şunları söyler: ‘’Dışsal bir nedenden gelmesi dışında hiçbir şey yok edilemez, böyle olunca da hiç kimse kendi kendisini doğasının gereksinimlerimden ötürü öldüremez. Bu tür şeyleri yapanlar dışsal nedenler tarafından buna zorlanırlar ve bu zorlama çeşitli yollardan olabilir.’’ Bu yollardan ya da nedenlerden  birisi ‘delilik’tir. İntihar edebilen kişi, mevcudiyetin yasalarını delirmiş olma gerekçesiyle çiğneyip geçmiş olabilir yalnızca.

. . . . .

En temel gerçekliklerimizden biri olan acı, tezahür ettiği bambaşka şekillerden birine bürünüp karşımıza geldiğinde, onunla ne yapmamız gerektiği tamamen özgür irademize bağlı demek ki… Delirmek de elbette, bir seçenek, silkinip, onun gözlerine içine bakıp ‘’seni de bırakacağım arkamda’’ demek de, onu gerçek bir yaratıcı enerjiye dönüştürmeye çalışmak da…

‘’Aldoux Huxley’in 1932’de yayımlan romanı Cesur Yeni Dünya, acının olmadığı bir geleceğe ilişkin en erken çalışmalardan biridir,’’ diyen Elizabeth Farrelly sözüne şöyle devam etmektedir: ‘’Hazzın başlıca baskı aracı olduğu totaliter bir dünyada bireycilik, melankoli, tekeşlilik ve hafıza cezalandırılmakta, insanlar hipnopedya, soy arıtımı ve soma adı verilen resmi bir ilaç yoluyla uyuşturularak haz dolu bir teslimiyet içinde yaşamaktadırlar. Sonuçta der, ‘’ortaya çıkan aşırı mutluluk hali ütopik olmaktan ziyade, bilgiye, özgürlüğe ve bizzat acıya yönelik bir tehdittir.’’ Yine, Huxley’e göre ‘’mutluluğa katışıksız haz yoluyla ulaşılamaz; hatta ışığın karanlığa muhtaç olması gibi, mutluluk da acıya ve zorluğa ihtiyaç duyar’’ diye seslenir, tüm yaşamını ‘’katışıksız bir mutluluk’’ özlemi üzerine kuran modern zaman insanına, ve benim tartışmama son noktayı O koyar…

Gülşah KÖKSAL
09.05.2015

FOÇA

YAZ(A)MAMAK, YA DA RED EDEBİYATI


‘’Hepimiz içimizde bir kitap barındırıyoruz, belki de büyük bir kitap. Fakat iç yaşamımızın kargaşasında seyrek olarak su yüzüne çıkıyor ya da bunu o kadar hızlı yapıyor k, onu yakalamaya zaman bulamıyoruz.’’
Enqriue Vila- Matas


Clement Cadou… On beş yaşında, yazma arzusuyla yanıp tutuşan bir gençtir… Bu yönünü takdir edip destekleyen bir aileye sahiptir. Aile, Polonyalı yazar Gombrowicz’in  Paris’e geldiğini duymuş, ve kendisini, evlerine yemeğe çağırmıştır. Oğul Cadou, bu haberi duyduğunda, severek okuduğu yazarı görebilecek, onunla zaman geçirebilecek olmanın sevinciyle havalara uçmuştur. Her türlü kitaba ulaşabilme imkanı olan, gelecek için sadece yazar olmayı düşleyen ve sıkı bir biçimde buna hazırlanan Cadou için  bu harkulade bir havadistir . Yazar Gombrowicz eve gelir, sofraya geçilir. Ancak umulmadık bir şey olur. Cadou, karşısında gördüğü yazara duyduğu hayranlığın dozunu dizginleyemez, ve birden bire, kendisini, yemek yedikleri salonun bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. O an karar verilmiştir; bir daha asla yazma bahsi açılmayacaktır kendisi için.

Yazar Enrique Vila-Matas’ın ‘’Bartleby ve Şürekası’’ adlı kitabında yer alan bu öyküde anlatılmak istenilen durum, yazı ile ilişkisi olan kimin başına gelmemiştir ki! Kaçımız çarpılıp kalmamışızdır tadına doyum olmaz bir metnin gücü karşısında. Dona kalıp, ‘’ben yazmaya yeltenmeyeyim bir daha’’, baksana neler yazıyor, ne cümleler kuruyor insanlar’’, dememiş ve belli bir süre, kağıttan, kalemden uzak tutmamışızdır kendimizi? Hangimiz? Hangimiz yaşamamıştır bu derin ‘’çaresizlik’’ duygusunu…  Kimileri, Cadou gibi bir mobilya olduğu duygusuna sığınır böyle zamanlarda ve tüm yaşamını sandalye resimleri çizmeye adar mesela. Kimileri, kökünden söküp atar içinde yeşermiş ‘’cümle kurma’’ isteğini, vazgeçer;  kimileri de, hiç umursamaz başkalarını, kendi arzuları ve yapmak istediği şeye diker gözünü;  yazar, basar, okutur, okutmaz, ama kendinden memnun, mesut bir insan olarak yaşar. (Sözümüz , kendisini bu kategoride bulanlara değil.)

Kırılgan bir yapıya sahiptir kalem erbabı. Herkesle, ama en çok da kendisiyle ihtilaf halinde tüketir yaşamını. Eleştirir habire kendini; yargılar, sorgular, yerden yere atar, duvardan duvara çarpar acımasızca. Okşar bazen  de, nadiren de olsa, elleriyle –yine, kendi saçlarını; aferin sana, ne güzel şeyler yapıyorsun öyle, ne harkulade fikirler üretiyorsun, -der; ama şımartmaz asla, gerisin geri çekilir eller saçlardan, çatılır kaşlar ve- ‘’belki de, çok da iyi değildir. Hayır hayır, iyi değil, rezalet şeyler bunlar; hem de, zaten, ne anlamı var bunların, saçmalık düpedüz bu yaptıklarım. Yine saçmalamaktayım!’’, der, ve küser birdenbire kendine. En sevdiğine, tek yarenine.
Rimbaud işte… Adını saygı ve imrenme ile andığımız bu zat… Yirmi dokuz yaşında, ikinci kitabının ardından bırakır yazarlığı. Yirmi yıl, boş boş gezinip, maceradan maceraya atar kendini. Niye yazmıştır ki zaten o iki kitabı!

Robert Walser… Tek isteği unutulmak olan, ömrünün son otuz yılını akıl hastanesinde geçiren adam. Onun da durumu aynıdır… Yazmak gereksiz bir iştir, saçmalamaktır. Kişi, kendini bu eylemden uzak tutmalı, hele de asla tanınma lanetine uğramamalıdır. Bunu söylemesine rağmen, küçük not kağıtları, gazete küpürlerinin boş kenarlıkları, minik yazı sanatını (mikrogramme) kullanarak kurduğu cümlelerle dolup taşmış, ölümünün ardından bir araya getirildiğinde bunlar, aslında aynı öykünün parçaları olduğu anlaşılmıştır. ‘’Birisinin dediğine göre, Walser, göz diktiği hedefe tam ulaşacakken şaşkınlık içinde duruveren uzun mesafe koşucusu gibidir. Hocalarına ve takım arkadaşlarına bakar ve parkuru terk eder, yani kendi yoluna gider.’’

Bu, bahsettiğimiz kırılganlık, beraberinde yoğun bir çaresizlik duygusu pompalar benliğe, ve yazar Jules Renard’a söylettiğine benzer şeyler fısıldar kulağımıza: ‘’Hiçbir şey olamayacaksın. Ne yaparsan yap bir şey olamayacaksın. En iyi şairleri, en derin düzyazı yazarlarını anlayabilirsin, ama, sen ancak en küçük cücenin en kocaman devlerle karşılaştırılabileceği kadar kıyaslanabilirsin onlarla. Hiçbir şey olamayacaksın. Ağlasan da, haykırsan da, umuda ya da umutsuzluğa kapılsan da, yazmaya yeniden başlasan da, kayayı itmeyi başarsan da, ne yaparsan yap, hiçbir şey olamayacaksın.’’
Kafka peki? O da yazma eylemine çokça değindiği güncesinde, böyle bir andan dem vurmaz mı! Bir pazar günü, Goethe okuduğunu, tam bir yazma felcine tutulduğunu söyler ve devam eder; ‘’Sanırım bu haftayı Goethe’nin etkisinde geçirdim, bu etkinin gücümü tükettiğine ve bu nedenle yararsız bir insana dönüştüğüme inanıyorum.’’ –Mobilya olduğunu düşünecek kadar kaybetmemişse de kendini, yine başka bir günün notuna şu cümleleri ekleyecektir: ‘’Goethe ilgili olarak okuduklarım coşkumu yarıda kesiyor – Goethe’yle konuşmalar, öğrencilik yılları, Goethe ile geçen saatler, Goethe’nin Frankfurt günleri- ve yazmamı tamamıyla engelliyor.’’

Örnekler kolaylıkla, bir nefeste çoğaltılabilir, çünkü edebiyat dünyasının başarılı  bir yazar diye adleddiğimiz tüm isimlerinin öyküsünde buna benzer yaşanmışlıklar vardır. Belki de etkilerini, güçlerini ve ölümsüzlüklerini bu kırılganlıklarına, kılı kırk yarışlarına, ve öykünmeyle birlikte gelen çaresizliğin kendilerinde yarattığı tahribata borçlulardır…

Bartleby sendromu,  ya da ‘’red edebiyatı’’, adını, Melville’nin Katip Bartleby öyküsünden  almaktadır. Ünlü Moby Dick adlı eserin yazarı olan Melville de, yaşarken, eleştirmenler tarafından başarısızlığa mahkum edilen yazarlar kervanındandır. Öyle büyük acılar çekmiştir ki bu durum karşında, Katip Bartleby adlı öyküsünü imzasız yayımlatmış, unutulmuş yazarlardan biri olarak- yaşamdan ayrılmak zorunda kalmıştır. Katip Bartleby karakterinde, bir ‘’duruş’’ sergilemiştir yazar; ‘’bunu yapmamayı tercih ederim’’ diyen, günümüzün ‘’bohem’’ tipolojisine uygun düştüğü iddia edilen, bir garip adam portresidir yazarın çizip ortaya çıkardığı. ‘’Yapmamayı tercih ederek’’ bir direnç göstermiştir gündelik yaşamın dayatmalarına. Oscar Wilde, buna dair bir özlemini şöyle dile getirmiştir bir gün: ‘’Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel olanı.’’  Böylece, yaşamının son iki yılını da bu özlemini gidermeye çalışarak, - hiçbir şey yapmayarak, yazmayı  sonsuza dek bırakarak, başka hazları tatmaya, yapmamanın bilgece neşesini tanımaya ve içmeye, avareliğe adamıştır. Öldüğünde, Paris gazetesi de onun şu sözlerini anımsatmıştır insanlara: ‘’Yaşamı tanımadan önce yazıyordum, şimdi yaşamı bildiğim için artık yazacak bir şeyim yok.’’

Öyle değil midir? Okumak gibi yazmak da, yaşamı, insanları, ve  bir yerlerden  onların ortasına fırlatılıp atılmış olan ‘’kendini’’ anlama  uğraşının bir parçası değil midir! Anlamı bulduğuna inandıktan sonra başlamaz mı asıl yaşam? Ya da, bir anlam arayışı söz konusu dahi olmadığında…
Red edebiyatının doğduğu nokta da tam burası aslında. ‘’Yazmamayı tercih ederim’’, ya da ‘’yazmayı reddediyorum’’ diyenlerin durduğu zemin; ‘’yazacak bir şey yok, çünkü yaşam bir anlamsızlık deryası’’ diyenlerin edebiyatı. Yazmamanın da edebiyatı mı olurmuş demeyin. Buna en güzel cevabı Marcel Benabou vermiştir kanımca: ‘’Siz, sayın okur, sakın yazmamış olduğum kitapların bir hiç olduğunu sanmayın. Aksine onlar, evrensel edebiyatın sularında yüzüp durmaktadır.’’

Evet, pek çoğumuzun içinden gün içerisinde onlarca cümle akar, bir çok öykü, bir çok aforizma… Düşünce, kuram, izlenim… Yazmayı bilmemek değil tek gerekçe, hatta çoğunlukla bu bir gerekçe bile değildir; üşengeçlik, zaman yetersizliği, özgüven eksiliği vs de de gizli değildir yanıtlar yalnızca. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına, orijinal bir şey ortaya çıkaramayacak olduğu gerçeğine teslim olmak; halkın artık kaliteye teslim olmadığını, popüler olana rağbet ettiğnii, bunun için de uğraşmaya değmeyeceğini dile getirmek kadar geçerli bir açıklama belki de, içinden akıp boşluğa uzanan cümlelerin de ‘’evrensel edebiyatın sularına katılmış’’ birer değer olduğu inancı. Peru’lu yazar Julio Ramon Ribeyro’nun söylediği gibi: ‘’Bu hayali kitaplar, görünmez metinler, belki birgün kapımızı çalar ve biz tam onları içeri almaya hazırlanırken, çoğu kez önemsiz bir nedenle ortadan kaybolurlar; kapıyı açarız ama onlar yoktur, gitmişlerdir. Kuşkusuz büyük bir kitap, içimizdeki büyük bir kitap, yazmayı hedeflediğimiz ‘’bizim kitabımız’’, aynı zamanda hiçbir zaman yazmayı ve okumayı başaramayacağımız kitaptı. Ancak, hiç kimsenin kuşkusu yok ki, o kitap var. Red sanatının tarihinde asılı olarak bekliyor.’’

Bahsi geçen kitaptan öğrendiğim paylaşmak istediğim son şey de, Amerika’da yer alan bir kütüphane. Red edebiyatının müzesi olarak kabul edilebileceğimiz bir mekan, Brautigan Kütüphanesi. Adını Amerika’nın ünlü yeraltı edebiyatçısından almış olan kütüphanenin özelliği ise şu; yayınevleri tarafından reddedilmiş, beğenilmemiş, ‘’başarısız’’ olarak nitelendirilmiş kitapları kabul ediyor oluşu. Buraya gönderilen hiçbir el yazması reddedilip geri çevrilmiyor. El yazmanızı bir zarfa koyup, üzerine ‘’Richard Brautigan Kütüphanesi, Vermont\ Burlington  ABD’’ yazmanız yeterli.

Not: Yazıya eklemeyi unuttuğum bir şey daha geldi aklıma giderayak. İçinde yazılan kitapları, kağıda geçirmeye üşenenlerin başka bir gerekçesi daha var; okumaktan daha fazla haz alıyor, ve yazmayı bir zaman kaybı olarak görüyor olmak. Cümlelerin elinden kurtulmayı başaramadığımızda yalnızca, kağıda kaleme uzanmak. Bendeniz de kendini bu kategori içerisinde bulanlardanım.
Sevgilerle…

Bahsi geçen eser:
Enrique Vila-Matas, Bartleby ve Şürekası, Doğan Kitap Mart 2005, 1.Baskı
Çev:Tülin Şenruh

Gülşah KÖKSAL

17. 04. 2015 
FOÇA

VOLTAJLAR ARASI


Yüksek voltajlıdır bazı kişilikler; ışıl ışıl. Güneş gibi, sıcacık, pasparlak.  Bundandır ya, ilk o sobelenir hep saklambaçlarda. Saklanmayı başaramaz hiçbir ortamda. Etrafı, sönük yıldızlar gibi gözkırpan insanlarla çevrilidir hep. Kendi ışığıyla gözü kamaşmış olan bu yüksek voltajlılıar, biraz ‘’uzaklık-mesafe sebep bu sönüklüğe’’ sanır. Bundan dolayı da hep yanılır. Güneş gibidir bunlar dediğime bakmayın, paralel akımlıdır. Yanına eklenen düşük voltajlıya kendimden vereceğim derken, ışığından kendi mahrum kalır. Bir sivrisinek topluluğu kadar kalabalıktır bu voltajı düşükler. Hangi paralel akıma eklenmek gerektiğini de iyi bilirler. Yüksek voltajlının en zayıf noktasını aranır, bulur, ve kendini aydınlatana kadar orada, sıkılıp yoruluncaya kadar, öylece kalır.
Anlamaz bunu uzunca bir zaman yüksek voltajlı. Kendini güneş gibi bir nimet sanır. Çünkü o, vermeye, paylaşmaya, bölüşmeye bayılır, bayılır…

O yüzden, bütün hayatı boyunca o yüksek voltajlı, her daim, yanılır da yanılır…
      
Anladığında kendi ışığını yitirmeye başladığını, başka bir yüksek voltajlının ışığına sığınmaya çalışır.
                               Dört döner etrafta öylece,
                                                      Çaresizce, dolanır da dolanır.
Mümkün müdür kendi gibi bir yüksek voltajlı ile karşılaşmak? Karşılaştıklarının hepsi, çok zaman önce, o düşük voltajlılar tarafından, çooktaan kapılmıştır.
              Bu defa da önünde
                              başka türlü acıların kapıları aralanır.
                                        Gözü, kendi gerçeğiyle ile birlikte,
Başkalarınınkini de görmeye başlamıştır.
’sen de sömürülüyorsun, sömürülmüşsün benim gibi- bunca zaman’’ demeye çalışır, çaresizce, ya
         varmaz dili söylemeye
                           gider, yine,  - kendi  karanlık-aydınlığının
                                            kollarına kapanır.
Anlar ki yüksek voltajlı
          Bu dünyada kendi nasibi
                           Ya yalancı yakınlık
                                           Ya da ömür boyu sürecek bir yalnızlıktır.

İnsandan keser umudu.
Aşktan, karşılıksız bölüşmekten…
Bu sefer,
           gözüne
                   birden bire,
                                 çocuklar ilişir.
Yaşlılar,
                 Kitaplar,
                                   Hayvanlar…
Gülümser yüksek voltajlı.

O koca yüreği ve ışıl ışıl gözleri ile,
Büyük acılar sonrası vakıf olmayı başardığı
Bu sırra sarılır:

‘’Işık çocuklardadır!
               Bilge yaşlıların anıları
                                   Hayvanların o dost bakışlarında!
Seni yalnızca bunlar aydınlatacak!
                  -yüzün-gönlün
                                   yalnız bunlarca aydınlanacak…’’


Gülşah KÖKSAL
09.05.2015

FOÇA