Acılarımız, parmak izlerimiz gibi; bizi ‘’biz’’ yaparken,
benliğimizi benzersiz kılıyor; mutluluklarımızsa, avuç içlerimiz gibi, üç aşağı
beş yukarı benzer izler taşıyor; kalın, ince, uzun, kısa, net ya da silik
hepitopu birkaç çizgi… Sevinirken, mutluyken, hepimiz ne kadar da aynıyız;
yüzleri basan gülücükler, el çırpmalar, danslar, kahkahalar gibi birörnek
davranışlar… Peki ya acı çekerken? Kim kime benziyor? Ya, acılarla baş etme
yöntemlerimiz… Nasıl da başkalaşarak çıkıyoruz her acı dolu dönemin ardından.
Ne ötekilere, ne kendimiz sandığımız kişiye beziyor, artık yeni bir insan, yeni
bir ‘’ben’’ olmuyor muyuz o karanlık dönemlerle birlikte? Buna borçlu değil
miyiz gerçekte ruhumuzun farkında olmaksızın sanata el uzatışını; gözlerimizi
gökyüzüne çevirişimizi, yaprağın içindeki gizi merak edişimizi; bir kediyle,
balıkla konuşmayı deneyişimizi…
Sağaltmaya çalışırken içimizdeki kopkoyu kederi, benliğimizin en
karanlık noktasından ışığa doğru yürümeyi bekleyen ressamı, şairi, müzisyeni,
edebiyatçıyı da doğurmuyor muyuz bir taraftan, acı dolu çığlıklar eşliğinde….
Kim varır, mutluyken, aşkını tüm güzelliğiyle karşılıklı yaşarken, etrafı arzu
edilen insanların kalabalığıyla çevriliyken… gökyüzünün, yeryüzünün, ve
bilcümle mahlukatın farkına? Öyleyse biz, kimliğimiz ve benzersizliğimiz kadar,
insanlığımızı da borçluyuz acılarımızın tamamına. Yalnızlık, ayrılık,
yoksunluk, ölüm, iflas, aşk, gurbet… Hepsi yaşanıp tanındıkça, birer sözcük
olmaktan çok daha fazlası haline gelip, gerçek anlamını bulmuyor. Mide krampı,
baş dönmesi, tansiyon ya da müzmin bir migren ağrısı şekline dönüşüp,
bedenlenip çıkıyor karşımıza; kimi zaman da ‘’yok olma’’ arzusu olarak…
Okulların, kışlaların, düzenli aile evlerinin, patronların;
ya da, dinin, geleneğin, toplumsal dayatmaların mevcudiyetine etki etmesine
izin vermeyen bireyin ‘’uyumsuz’ olma sürecidir biraz da acı. Camus’un
tabiriyle ‘’uyumsuz’’, ‘açık görüşlü ust’ur. Yine, O’na göre uyumsuzluk,
‘’anlaşıldığı andan sonra bir tutkudur, tutkuların en can alıcısıdır. Ama
tutkularımızla yaşayabilecek miyiz, yaşayamayacak mıyız; yüreğimizi bir yandan
coştururken, bir yanda da yakacak olan derin yasalarını benimseyecek miyiz,
benimsemeyecek miyiz, işte tüm sorun bu.’’
Sisifos Söyleni adlı
kitabına ‘’Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.’’ ,
diyerek söze başlayan Canus, birey olarak toplumla aynı bakış açısına sahip
olmamanın intiharla olan ilişkisini tartışmış. Acıların, kişinin gözündeki
perdeyi aralamasından bahsetmiş aslında biraz da O. Şeylerin altında yatan gerçek nedenlerin ne
olduğunun merak edilmeye başlanmasından, yasaların, toplumun, ailenin,
estetiğin, etiğin ve dinsel ahlakın sorgulanmasının elzem şeyler olarak
görülmesi ile birlikte, ayaklar altında sapasağlammış gibi durmakta olan zemin
bir anda kaymaya başlar, ve kişi kocaman bir boşluk ve anlamsızlık duygusu
içinde buluverir kendini. Ionesco ‘’Yalnız Adam’’ adlı yapıtında, tam da bu
noktaya gelmiş bir insanın duygularını anlatmaya çalışır:‘’Öteden beri bir şey
eksikmiş gibi geldi bana, dolayısıyla hep eksiklik duydum. Neydi eksik olan?
Neydi bendeki eksiklik? Her şeyi bilmek isterdim. Buydu işte eksiğim. Bilememiş
olmak. Her şeyi bilememek. Bilgisizdim, ama bilgisiz olduğumu fark etmeyecek
kadar değil. (…) Acım onulmazdı. Öteden beri omuzlarıma çöken şu ağırlık…
Güçsüzlüğün yorgunluğuydu bu. Milyonlarca canlı gelmişti yeryüzüne, ve her
birine, şu evrensel can sıkıntısı. Her biri Atlas gibi, bilinmeyenin altında
iki büklüm olmuş, evrende bir tek kendisi varmış gibi, dünyanın bütün
ağırlığını taşımıştı. En büyük bilginin de benim kadar bilgisiz olduğunu, ve
bunun bilincinde olduğunu söylemek beni avutuyor, acımı dindiriyor muydu?
Ayrıca, bu doğru muydu?’’ Bunlar, bir büroda, küçük bir aylıkla çalışırken, kim
olduğu bilinmeyen bir akraba tarafından kendisine bırakılan yüklü bir mirasla,
tüm yaşamı boyunca ‘’aylak’’ hayata adım atma hayalini kurmuş bir kişinin
‘’yaşamın ne olduğu’’ sorusuyla karşı karşıya geldiği anlardaki içsel
konuşmalarında biri. Yaşamsal hiçbir kaygısı olmayan bu insan, onulmaz
acısından kurtulabilmenin yolunun ‘’bilebilmek’’ten geçiyor olduğunu söylerken;
insanları ‘’huzurun anahtarını yitirmiş, büyük acıların sırlarından başka bir
şeye varamayan öfkeliler’’ diye
tanımlayan E. M. Cioran ise, yaşamaya yardım eden düşüncenin ‘’intihar
düşüncesi’’ olduğunu ileri sürüyor. Şöyle açıklıyor bunu Ezeli Mağlup adlı
kitabında: ‘’Bu düşünceye bir tür itibar iadesinden yanayım. İnsanın buna
ihtiyacı olduğundan eminim: Buraya gerçekten niçin atılmış olduğumuzu
düşündüğümüz zaman, bilemeyiz. Yaptıklarımızın genel olarak hiçbir ilginçliği
yoktur. Niçin? Geleceğin insanlar için neler hazırladığı bilinince…’’,
‘’İntiharsız hayat bence gerçekten tahammül edilemez bir şey olurdu.’’, der,
ama bambaşka bir açıdan konuya yaklaştığını da belirtir. ‘’Kendimizi öldürmeye
ihtiyacımız yoktur. Kendimizi öldürebileceğimize ihtiyacımız vardır. Bu fikir
coşku vericidir. Her şeye tahammül etmenize imkan verir. İnsana verilmiş en
büyük avantajlardan biridir. Karmaşık değil. İntihardan yana değilim, bu fikrin
yararlılığından yanayım sadece.’’, diye de ekler. Ona göre, dünyaya niçin
atıldığımızı bilemeden yaşar gideriz. Hepimiz aslında ‘’varoluşa
çarptırılmışızdır’’ve bunun sonuçlarına bir hayvan gibi maruz kalırız. Yaşam büyük
oranda korkularımızdan oluşur, ve bundan kaçınmaya çalıştıkça zavallılaşıp
komikleşiriz. Herkes her an, daha rahat, daha mutlu ve daha güzel bir yaşamın
önünde açılması için yaşamdan bir mucize bekler durur. Ama insanlar ve içinde
yer aldığımız sistemler alabildiğine kötü, alabildiğine acımasız ve bencilken,
böylesi bir mucizenin gerçekleşebilmesi mümkün müdür? Camus, buna karşı şu soruyu yöneltir:
‘’İsteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli? Burada cevap hakkını Spinoza’ya vermeli.
Spinoza felsefesinin temellerinden birini ‘’conatus’’
kavramı oluşturur. ‘Çaba’ anlamına gelen conatus, doğada bulunan her şeyin özüdür. O’nun deyimiyle her şey,
kendi varlıkları içinde var olmayı sürdürmek için çabalar. Ne kadar conatus
sahibiysek o kadar kendimize bağlıyızdır, o kadar zihnimiz açıktır ve o kadar
erdemliyizdir. Yani conatus ile, özgürlük, zihin ve erdem arasında doğru bir
orantı vardır. Bu bağlamdan yola çıkarak ‘kendi bedenimizin varoluşunu sona
erdiren fikir zihnimiz içinde oluşturulamaz, çünkü zihne karşıdır’’. Etika adlı
eserinde tartıştığı bu konu ile ilgili şunları söyler: ‘’Dışsal bir nedenden
gelmesi dışında hiçbir şey yok edilemez, böyle olunca da hiç kimse kendi
kendisini doğasının gereksinimlerimden ötürü öldüremez. Bu tür şeyleri yapanlar
dışsal nedenler tarafından buna zorlanırlar ve bu zorlama çeşitli yollardan
olabilir.’’ Bu yollardan ya da nedenlerden
birisi ‘delilik’tir. İntihar edebilen kişi, mevcudiyetin yasalarını
delirmiş olma gerekçesiyle çiğneyip geçmiş olabilir yalnızca.
. . . . .
En temel gerçekliklerimizden biri olan acı, tezahür ettiği
bambaşka şekillerden birine bürünüp karşımıza geldiğinde, onunla ne yapmamız
gerektiği tamamen özgür irademize bağlı demek ki… Delirmek de elbette, bir
seçenek, silkinip, onun gözlerine içine bakıp ‘’seni de bırakacağım arkamda’’
demek de, onu gerçek bir yaratıcı enerjiye dönüştürmeye çalışmak da…
‘’Aldoux Huxley’in 1932’de yayımlan romanı Cesur Yeni Dünya,
acının olmadığı bir geleceğe ilişkin en erken çalışmalardan biridir,’’ diyen
Elizabeth Farrelly sözüne şöyle devam etmektedir: ‘’Hazzın başlıca baskı aracı
olduğu totaliter bir dünyada bireycilik, melankoli, tekeşlilik ve hafıza
cezalandırılmakta, insanlar hipnopedya, soy arıtımı ve soma adı verilen resmi
bir ilaç yoluyla uyuşturularak haz dolu bir teslimiyet içinde yaşamaktadırlar.
Sonuçta der, ‘’ortaya çıkan aşırı mutluluk hali ütopik olmaktan ziyade,
bilgiye, özgürlüğe ve bizzat acıya yönelik bir tehdittir.’’ Yine, Huxley’e göre
‘’mutluluğa katışıksız haz yoluyla ulaşılamaz; hatta ışığın karanlığa muhtaç
olması gibi, mutluluk da acıya ve zorluğa ihtiyaç duyar’’ diye seslenir, tüm
yaşamını ‘’katışıksız bir mutluluk’’ özlemi üzerine kuran modern zaman insanına, ve benim tartışmama son noktayı O koyar…
Gülşah KÖKSAL
09.05.2015
FOÇA