9 Mayıs 2015 Cumartesi

YAZ(A)MAMAK, YA DA RED EDEBİYATI


‘’Hepimiz içimizde bir kitap barındırıyoruz, belki de büyük bir kitap. Fakat iç yaşamımızın kargaşasında seyrek olarak su yüzüne çıkıyor ya da bunu o kadar hızlı yapıyor k, onu yakalamaya zaman bulamıyoruz.’’
Enqriue Vila- Matas


Clement Cadou… On beş yaşında, yazma arzusuyla yanıp tutuşan bir gençtir… Bu yönünü takdir edip destekleyen bir aileye sahiptir. Aile, Polonyalı yazar Gombrowicz’in  Paris’e geldiğini duymuş, ve kendisini, evlerine yemeğe çağırmıştır. Oğul Cadou, bu haberi duyduğunda, severek okuduğu yazarı görebilecek, onunla zaman geçirebilecek olmanın sevinciyle havalara uçmuştur. Her türlü kitaba ulaşabilme imkanı olan, gelecek için sadece yazar olmayı düşleyen ve sıkı bir biçimde buna hazırlanan Cadou için  bu harkulade bir havadistir . Yazar Gombrowicz eve gelir, sofraya geçilir. Ancak umulmadık bir şey olur. Cadou, karşısında gördüğü yazara duyduğu hayranlığın dozunu dizginleyemez, ve birden bire, kendisini, yemek yedikleri salonun bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. O an karar verilmiştir; bir daha asla yazma bahsi açılmayacaktır kendisi için.

Yazar Enrique Vila-Matas’ın ‘’Bartleby ve Şürekası’’ adlı kitabında yer alan bu öyküde anlatılmak istenilen durum, yazı ile ilişkisi olan kimin başına gelmemiştir ki! Kaçımız çarpılıp kalmamışızdır tadına doyum olmaz bir metnin gücü karşısında. Dona kalıp, ‘’ben yazmaya yeltenmeyeyim bir daha’’, baksana neler yazıyor, ne cümleler kuruyor insanlar’’, dememiş ve belli bir süre, kağıttan, kalemden uzak tutmamışızdır kendimizi? Hangimiz? Hangimiz yaşamamıştır bu derin ‘’çaresizlik’’ duygusunu…  Kimileri, Cadou gibi bir mobilya olduğu duygusuna sığınır böyle zamanlarda ve tüm yaşamını sandalye resimleri çizmeye adar mesela. Kimileri, kökünden söküp atar içinde yeşermiş ‘’cümle kurma’’ isteğini, vazgeçer;  kimileri de, hiç umursamaz başkalarını, kendi arzuları ve yapmak istediği şeye diker gözünü;  yazar, basar, okutur, okutmaz, ama kendinden memnun, mesut bir insan olarak yaşar. (Sözümüz , kendisini bu kategoride bulanlara değil.)

Kırılgan bir yapıya sahiptir kalem erbabı. Herkesle, ama en çok da kendisiyle ihtilaf halinde tüketir yaşamını. Eleştirir habire kendini; yargılar, sorgular, yerden yere atar, duvardan duvara çarpar acımasızca. Okşar bazen  de, nadiren de olsa, elleriyle –yine, kendi saçlarını; aferin sana, ne güzel şeyler yapıyorsun öyle, ne harkulade fikirler üretiyorsun, -der; ama şımartmaz asla, gerisin geri çekilir eller saçlardan, çatılır kaşlar ve- ‘’belki de, çok da iyi değildir. Hayır hayır, iyi değil, rezalet şeyler bunlar; hem de, zaten, ne anlamı var bunların, saçmalık düpedüz bu yaptıklarım. Yine saçmalamaktayım!’’, der, ve küser birdenbire kendine. En sevdiğine, tek yarenine.
Rimbaud işte… Adını saygı ve imrenme ile andığımız bu zat… Yirmi dokuz yaşında, ikinci kitabının ardından bırakır yazarlığı. Yirmi yıl, boş boş gezinip, maceradan maceraya atar kendini. Niye yazmıştır ki zaten o iki kitabı!

Robert Walser… Tek isteği unutulmak olan, ömrünün son otuz yılını akıl hastanesinde geçiren adam. Onun da durumu aynıdır… Yazmak gereksiz bir iştir, saçmalamaktır. Kişi, kendini bu eylemden uzak tutmalı, hele de asla tanınma lanetine uğramamalıdır. Bunu söylemesine rağmen, küçük not kağıtları, gazete küpürlerinin boş kenarlıkları, minik yazı sanatını (mikrogramme) kullanarak kurduğu cümlelerle dolup taşmış, ölümünün ardından bir araya getirildiğinde bunlar, aslında aynı öykünün parçaları olduğu anlaşılmıştır. ‘’Birisinin dediğine göre, Walser, göz diktiği hedefe tam ulaşacakken şaşkınlık içinde duruveren uzun mesafe koşucusu gibidir. Hocalarına ve takım arkadaşlarına bakar ve parkuru terk eder, yani kendi yoluna gider.’’

Bu, bahsettiğimiz kırılganlık, beraberinde yoğun bir çaresizlik duygusu pompalar benliğe, ve yazar Jules Renard’a söylettiğine benzer şeyler fısıldar kulağımıza: ‘’Hiçbir şey olamayacaksın. Ne yaparsan yap bir şey olamayacaksın. En iyi şairleri, en derin düzyazı yazarlarını anlayabilirsin, ama, sen ancak en küçük cücenin en kocaman devlerle karşılaştırılabileceği kadar kıyaslanabilirsin onlarla. Hiçbir şey olamayacaksın. Ağlasan da, haykırsan da, umuda ya da umutsuzluğa kapılsan da, yazmaya yeniden başlasan da, kayayı itmeyi başarsan da, ne yaparsan yap, hiçbir şey olamayacaksın.’’
Kafka peki? O da yazma eylemine çokça değindiği güncesinde, böyle bir andan dem vurmaz mı! Bir pazar günü, Goethe okuduğunu, tam bir yazma felcine tutulduğunu söyler ve devam eder; ‘’Sanırım bu haftayı Goethe’nin etkisinde geçirdim, bu etkinin gücümü tükettiğine ve bu nedenle yararsız bir insana dönüştüğüme inanıyorum.’’ –Mobilya olduğunu düşünecek kadar kaybetmemişse de kendini, yine başka bir günün notuna şu cümleleri ekleyecektir: ‘’Goethe ilgili olarak okuduklarım coşkumu yarıda kesiyor – Goethe’yle konuşmalar, öğrencilik yılları, Goethe ile geçen saatler, Goethe’nin Frankfurt günleri- ve yazmamı tamamıyla engelliyor.’’

Örnekler kolaylıkla, bir nefeste çoğaltılabilir, çünkü edebiyat dünyasının başarılı  bir yazar diye adleddiğimiz tüm isimlerinin öyküsünde buna benzer yaşanmışlıklar vardır. Belki de etkilerini, güçlerini ve ölümsüzlüklerini bu kırılganlıklarına, kılı kırk yarışlarına, ve öykünmeyle birlikte gelen çaresizliğin kendilerinde yarattığı tahribata borçlulardır…

Bartleby sendromu,  ya da ‘’red edebiyatı’’, adını, Melville’nin Katip Bartleby öyküsünden  almaktadır. Ünlü Moby Dick adlı eserin yazarı olan Melville de, yaşarken, eleştirmenler tarafından başarısızlığa mahkum edilen yazarlar kervanındandır. Öyle büyük acılar çekmiştir ki bu durum karşında, Katip Bartleby adlı öyküsünü imzasız yayımlatmış, unutulmuş yazarlardan biri olarak- yaşamdan ayrılmak zorunda kalmıştır. Katip Bartleby karakterinde, bir ‘’duruş’’ sergilemiştir yazar; ‘’bunu yapmamayı tercih ederim’’ diyen, günümüzün ‘’bohem’’ tipolojisine uygun düştüğü iddia edilen, bir garip adam portresidir yazarın çizip ortaya çıkardığı. ‘’Yapmamayı tercih ederek’’ bir direnç göstermiştir gündelik yaşamın dayatmalarına. Oscar Wilde, buna dair bir özlemini şöyle dile getirmiştir bir gün: ‘’Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel olanı.’’  Böylece, yaşamının son iki yılını da bu özlemini gidermeye çalışarak, - hiçbir şey yapmayarak, yazmayı  sonsuza dek bırakarak, başka hazları tatmaya, yapmamanın bilgece neşesini tanımaya ve içmeye, avareliğe adamıştır. Öldüğünde, Paris gazetesi de onun şu sözlerini anımsatmıştır insanlara: ‘’Yaşamı tanımadan önce yazıyordum, şimdi yaşamı bildiğim için artık yazacak bir şeyim yok.’’

Öyle değil midir? Okumak gibi yazmak da, yaşamı, insanları, ve  bir yerlerden  onların ortasına fırlatılıp atılmış olan ‘’kendini’’ anlama  uğraşının bir parçası değil midir! Anlamı bulduğuna inandıktan sonra başlamaz mı asıl yaşam? Ya da, bir anlam arayışı söz konusu dahi olmadığında…
Red edebiyatının doğduğu nokta da tam burası aslında. ‘’Yazmamayı tercih ederim’’, ya da ‘’yazmayı reddediyorum’’ diyenlerin durduğu zemin; ‘’yazacak bir şey yok, çünkü yaşam bir anlamsızlık deryası’’ diyenlerin edebiyatı. Yazmamanın da edebiyatı mı olurmuş demeyin. Buna en güzel cevabı Marcel Benabou vermiştir kanımca: ‘’Siz, sayın okur, sakın yazmamış olduğum kitapların bir hiç olduğunu sanmayın. Aksine onlar, evrensel edebiyatın sularında yüzüp durmaktadır.’’

Evet, pek çoğumuzun içinden gün içerisinde onlarca cümle akar, bir çok öykü, bir çok aforizma… Düşünce, kuram, izlenim… Yazmayı bilmemek değil tek gerekçe, hatta çoğunlukla bu bir gerekçe bile değildir; üşengeçlik, zaman yetersizliği, özgüven eksiliği vs de de gizli değildir yanıtlar yalnızca. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına, orijinal bir şey ortaya çıkaramayacak olduğu gerçeğine teslim olmak; halkın artık kaliteye teslim olmadığını, popüler olana rağbet ettiğnii, bunun için de uğraşmaya değmeyeceğini dile getirmek kadar geçerli bir açıklama belki de, içinden akıp boşluğa uzanan cümlelerin de ‘’evrensel edebiyatın sularına katılmış’’ birer değer olduğu inancı. Peru’lu yazar Julio Ramon Ribeyro’nun söylediği gibi: ‘’Bu hayali kitaplar, görünmez metinler, belki birgün kapımızı çalar ve biz tam onları içeri almaya hazırlanırken, çoğu kez önemsiz bir nedenle ortadan kaybolurlar; kapıyı açarız ama onlar yoktur, gitmişlerdir. Kuşkusuz büyük bir kitap, içimizdeki büyük bir kitap, yazmayı hedeflediğimiz ‘’bizim kitabımız’’, aynı zamanda hiçbir zaman yazmayı ve okumayı başaramayacağımız kitaptı. Ancak, hiç kimsenin kuşkusu yok ki, o kitap var. Red sanatının tarihinde asılı olarak bekliyor.’’

Bahsi geçen kitaptan öğrendiğim paylaşmak istediğim son şey de, Amerika’da yer alan bir kütüphane. Red edebiyatının müzesi olarak kabul edilebileceğimiz bir mekan, Brautigan Kütüphanesi. Adını Amerika’nın ünlü yeraltı edebiyatçısından almış olan kütüphanenin özelliği ise şu; yayınevleri tarafından reddedilmiş, beğenilmemiş, ‘’başarısız’’ olarak nitelendirilmiş kitapları kabul ediyor oluşu. Buraya gönderilen hiçbir el yazması reddedilip geri çevrilmiyor. El yazmanızı bir zarfa koyup, üzerine ‘’Richard Brautigan Kütüphanesi, Vermont\ Burlington  ABD’’ yazmanız yeterli.

Not: Yazıya eklemeyi unuttuğum bir şey daha geldi aklıma giderayak. İçinde yazılan kitapları, kağıda geçirmeye üşenenlerin başka bir gerekçesi daha var; okumaktan daha fazla haz alıyor, ve yazmayı bir zaman kaybı olarak görüyor olmak. Cümlelerin elinden kurtulmayı başaramadığımızda yalnızca, kağıda kaleme uzanmak. Bendeniz de kendini bu kategori içerisinde bulanlardanım.
Sevgilerle…

Bahsi geçen eser:
Enrique Vila-Matas, Bartleby ve Şürekası, Doğan Kitap Mart 2005, 1.Baskı
Çev:Tülin Şenruh

Gülşah KÖKSAL

17. 04. 2015 
FOÇA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder