30 Aralık 2014 Salı

Var-ma



Varıldıkça tükeniyor yollar,
yolculular,
ülkeler, uzaklar.

Arzular, özlemler tükeniyor
sevgiliye yaklaşınca,
dudaklar tene kavuşunca.

Çoğalıyoruz sandıkça,
yaşadıkça
azalıyor, tükeniyor, yok oluyor
eriyoruz
sabun misali
gün gün
an an
yaşamın kolları arasında.




Gülşah Köksal
29.12.2014
Foça

25 Aralık 2014 Perşembe

KÜTÜPHANE SAHİPLERİ BİLİR…



Kitaplar,  bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla dolu mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır onları tutkuyla sevenler için; nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekanları bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar, bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder. Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil, kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.


Bir okur olarak ben, kitaplarımla hep aynı mekanda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta uyumak- isteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma cevap verebilecek imkan ve büyüklükte değildi, ve başkalarının çok kolaylıkla giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben, tavana değin uzanan  rafları olan bir kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana, kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.


Diğer evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse, onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji, edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık, çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch, Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone, Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz filozof G. Berkeley gibi ben de, insan bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi geliyorum, bilmiyorum ama, benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı…  Oldukları yerlerden memnun kalsınlar, rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin kişileriyle  raflarda da birlikte olmalarını sağlamaya çalışıyorum, yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de, Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine çok yakıştırıyor, yanyana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum için, zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip görüyor, ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri noktasında oldukça hassas davranıyorum.( Berkeley’in ‘’biz yokken eşyalar, kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?’’, diye sorması gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet etmeye başlıyorlar mıdır ?,’’, merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım. )

Düşünsenize, ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi, benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo, Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz, onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e, Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer; Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş gözlerle ‘’ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz diye soruyor yanında başka bir dangalağa… Çaldığım parçalar duygulandırıyor bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor mesela…  Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir…


W. Benjamin’nin kütüphanesini görüp, her okurun maruz kaldığı, ‘’bunların hepsini okudunuz mu?’’sorusuna verdiği cevap çok manidar: ‘’Kitaplar sadece okunmak için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.’’ Bu cümleyle, pek çok kitap kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana,  burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor düşünür; benim ‘’kitap ruhu’’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma: Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği ‘’biz biraz da, onlarla ‘’yaşamak’’ istiyoruz’’dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla, koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: ‘’Olsun, elimin altında bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun’’, diye aldığımız kitapların ruhunu istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını; tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı…


Rene Descartes, ‘’İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.’’, der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘’dostun yüzünü’’ görüyoruz.


Ne demek istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.


Hepinize bol kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum….


Gülşah KÖKSAL
25.12.2014

FOÇA

16 Aralık 2014 Salı

MAKAS



Midemi bulandırıyor bu dünya, her an
Bu yollar, yolculuklar, koşuşturmalar,
bir yerlere varmaya çalışmalar
Kurallar,  kuralsızlıklar, yönetmelikler, yasalar
Anayasalar, babayasalar, tasarılar, taslaklar,
Iş yerleri, müdürler,,patronlar,
Emirler, ricalar,
Aşklar, ayrılıklar
Giyinikler, çıplaklar
Akıllılar, aptallar
Şefkatliler, zalimler, zindanlar
Evler, eşyalar, peyzajlar
Kafeler, barlar, lokantalar
Şehirler, ülkeler, anakaralar
Meydanlar
Sloganlar
Pankartlar,
Bayramlar,
Bayraklar
Bayraklar ve sınırlar
Gümrükler,  gişeler
Vizeler, pasaportlar ,
Geçişler, gelişler, dönüşler,
Ergenler
Hanımlar
Beyefendiler
Bebekler
Modernler,
Çiçekler, sinekler, böcekler
Defterler, kalemler, mürekkepler,
Doğumlar, ölümler, öldürülmeler,
Silahlar, toplar, tanklar, tüfekler
Gözyaşları, ağıtlar, matemler,

Kulağımdan, gözümden, tenimden geçip
beynime ulaşan
hemen her şey
bozuk bir yemek nasıl alt üst ediyorsa
midemi,
öyle  perişan ediyor her an
her saniye
benliğimi.

Bu bozulmuş
Bu amacını yitirmiş
Gözü dönmüş
Kirlenmiş, kirletirmiş  dünyada
Cesedimle kalacak olmak bile
Ölmekten daha çok rahatsız ediyor
Düşüncemi.

Doğmamış olmayı istemek, senin asıl derdin bu aslında, diyorum bir anda,
Yatılmış bir uykudan uyanırcasına
İrkilip bulduğum cevapla
Sıçrıyor, doğruluyorum  ve diyorum ki;

Bir kez, varolmuş olma hükmünü giymiş,
ve dahası, bunu idrak da etmiş,
kurtuluşun yollarını aramaya başlamış olmakla  -başlıyor  asıl trajedimiz.

Bunu söylüyorum kendime, her defasında
Bu bulantı krizinin mevcudiyetimi
her nişan alışında.

Kusamıyorum yaşamı.
Sesleri, renkleri, görüntüleri
Dönen dolapları, söylenen yalanları
Oynanan oyunları
kusup çıkaramıyorum,
Çıkarıp atamıyorum içimden.
Zehirleniyorum.
Zehirlenerek ölüyorum her saniye,
biliyor, müdahale edemiyorum..
Ölümü seyrediyorum gözlerimle,

Yokluğa yürüşüyüşümü, adım adım .
Zamanın bir makasa dönüşüşünü,
saçlarımdan ayak parmaklarıma doğru,
ruhuma doğru yürüyüşünü,
pırtık pırtık edişini beni,
parçalar halinde keşişini,,
Yok edişini izliyorum beni
Zaman adlı o keskin makasın


Gülşah Köksal
16/12/2014
Foça

4 Aralık 2014 Perşembe

Okur olmak...

Enis Batur, bundan böyle, roman yazmanın beyhude bir yaratım olduğunu dile getirir. Bununla söylemek istediği, yazılmış onca çığır açıcı romana yönelip, onlarda derinleşmemiz gerektiği düşüncesi olabilir. 
Öte yandan, kendisi de bir roman yazıp yayımlatmıştır bu yıl içerisinde. Tam kendisine yakışır bir romandır bu bence. Buram buram "Batur" duruşu kokan bir roman. An an, onun kitaplar, okur olmak, ilişkiler, kadın-erkek-aile üzerine düşündüğü her şeyi takip edebildiğiniz, içten, samimi, "kitap kokan" bir roman. 

O romanın bir bölümünde Batur, bunaldığı ve kendisinden kaçmak istediği bir an yaşatır kahramana. (Bana kalırsa, o yine kendisidir.) Ve, kahraman, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için tek bir şeye ihtiyac duyduğunu ifade eder; ofiste kalmış olan, Musil'in Niteliksiz Adam'ına... 

Bu an, aynı zamanda, benim de nefessiz kaldığım andı. "Iyileşmek için "yalnızca" bir kitaba ihtiyaç duyuyor olmak, onun da Niteliksiz Adam olması...  

Bu, bir kişinin satırlarında kendini okumak gibiydi benim için o an. 

"(...) Musil'e gereksinme duymuştum o noktada, birilerini aramaya ya da çıkıp bir yürüyüş yaparak kafamdaki kalın sisi dağıtmaya hayır, yaralı ruhuma tek iyi gelecek şeyin bu olduğundan hiç şüphem yoktu"(s.47)

Bu, duygu benzerliğini Batur, yine aynı roman içinde şöyle açıklamaktaydı:

"Kitap mecnunu bir tür evrensel ademdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar. Farklı hareket etmeye bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz."

Benim şaşkınlığımın cevabı buradadır. 

O devam eder ortak yönlerden bahsetmeye: "Dilini hiç tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin."

Burada kendini "yakalanmış" gibi hissedeceğinize eminim:

"Gece yürüyüşlerine çıktıklarında, ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın, yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikayesini kurmaya koyulurlar."

Pencere zemin kattaysa? Ne yaparız?
Onu da hemen Batur'dan dinleyelim: