5 Ocak 2015 Pazartesi

Borges’in Evindeki Manguel

‘’Borges için okumak, asla olamayacağını bildiği o adamlar olmanın bir yolu: eylem adamları, büyük aşıklar, büyük savaşçılar...’’



Her kitabın bir kuruluş öyküsü vardır yazarı için. Bazen bu öykü, bazen de bizim bir kitapla karşılaşma öykümüz, kitabın içerisinde yer alanlardan daha ilginç hale gelebilir. Benim okuma yaşantım da, kendimce önemli bulduğum, onlarca öyküyle dolu.
Birkaç yıl önce, Doğu’da görev yaptığım şehrin yaşayan en eski kitabevini kendime mabed edinişimle birlikte, kitaplığıma, kelepir fiyatına aldığım onlarca ‘’tarihi eser’’ düzeyinde kitap eklemiş oldum. Bunun için gerekli olan tek şey raflar arasında birkaç saatliğine kaybolmaktı… Sonrasında kasaya doğru yürürken; kucağımda taşıdığım kitapların dile geldiğini ve bana bir şeyler fısıldadığını düşünürdüm hep. Yıllarca tozlu raflarda öylece durmuş, ve gelip birinin değerini fark edeceğini umut ederek sabırla beklemiş olduğuna hep inandığım bu kitaplar, gözlerimin içine sevinçle bakıp; ’’iyi ki geldin ve çekip aldın beni çöplükten’’ der gibiydi. Böyle günlerde ellerim, üstüm başım toz içinde, dünyanın en önemli gizini çözmeyi başarmış, ya da, en gizli mabedinin yerini bir tesadüf eseri fark etmiş, bir altın madenine rastlayıvermiş insan nasıl hissederse kendini, öyle mutlu, öyle heyecanlı ve öyle coşkulu bir şekilde, koşar adımlarla eve atardım kendimi. Borges’in en sevdiğim cümlelerinden biri düşer böyle zamanlarda aklıma: ‘’Bir kitabın bize mutluluk olasılığı sunduğuna neden inandığımı tam olarak bilmiyorum, ama bu alçakgönüllü mucize için gerçekten minnettarım.’’

 Yine böyle günlerden birinde, Borges’i yeni yeni okumaya, ve onunla ilgili daha fazla şey öğrenmeye karar verdiğim bir dönemde, üzerinde ‘’Borges’in Evinde’’yazan, katoloğa benzer, Alberto Manguel isimli bir yazarın kitabına denk geldim. Manguel’i tanımıyordum, ama Borges için bu ilk baskı, ucuz mu ucuz kitabı almaya değerdi…! Öyle de yaptım. Manguel’le ilk karşılaşmam böyle oldu, ve, diğer kitaplarına da ulaştım sonra, bir bir. Hepsi kitaplar üzerine hazırlanmış ayrı bir külliyat gibiydi. Kağıdın, kitabın, kütüphanelerin, mürekkebin tarihsel serüvenini seriyordu önüme her bir çalışması, ve bu seyir dört boyutlu bir biçimde yaşanıyordu adeta içimde. Anlattıklarını görebiliyor, koklayabiliyor, tarih öncesinden gelen sesleri işitebiliyor, ve dönemin kokularını alabiliyor olduğumu hissediyordum onun kitaplarıyla baş başa kaldığımda. Onun, bu yılki İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’ın yabancı konuklarından biri olarak gelecek olduğu haberini aldığımda, uzaklardan çok yakın bir dostum geliyor gibi bir hisse kapıldım. Yaşamıma o denli  dahil olmuştu artık bu isim. Gazete sayfalarında boy boy fotoğraflarının ve kitap kapaklarının yayınlandığını gördükçe, onunla karşılaşma anım tekrar tekrar canlanıverdi gözlerimin önünde. Kendime ‘kendim’ olduğum, iyi bir koku alma yönüm, doğru isimleri ve doğru kitapları sezebilme yeteneğim ve bunu geliştirme gayretim için, bir kez daha teşekkür ettim.



Borges’le Geçen Dört Yıl

Bahsettiğim kitap adını, Manguel’in Borges’in evinde, ona kitap okuyarak geçirdiği dört yıldan almakta. Manguel, on altı yaşlarındayken, Buenos Aires’teki bir kitapçıda çalışmaya başlar, ve yazarla burada tanışır. Borges, bir aile mirası olarak, otuz yaşından, elli sekiz yaşına doğru görme yeteneğini yavaş yavaş yitirmiştir. Karşılaşmanın yaşandığı dönemde, Ulusal Kütüphane’de yönetici olarak çalışmaktadır. Bir iş çıkışı uğrar Manguel’in bulunduğu kitabevine, ve birkaç kitap aldıktan sonra ona, ‘’eğer başka bir işi yoksa akşamları kendisine kitap okuyup okuyamayacağını’’ sorar. Teklifi kabul eden Manguel, 1964-1968 yılları arası, haftanın üç-dört günü Borges’in evine gidip kendisine kitap okur.

Körlüğünü, kendisine ‘’kitapları ve geceyi’’ bahşeden Tanrı’nın bir ironisi olarak gören Borges, oldukça sade döşenmiş ve içinde çok az kitabın bulunduğu bir eve sahiptir. Evrene ‘’kütüphane’’ demiş ve cenneti bir ‘’kütüphane şeklinde tasvir etmiş’’ bir yazarın evine gelen ziyaretçiler ‘’ kitaplarla kaplanmış bir yer, ek yerlerinden patlamak üzere olan raflar, geçişleri tıkayan ve her delikten fışkıran basılı malzeme yığınları, bir mürekkep ve kağıt ormanı görmeyi bekliyordu. Bunun yerine, kitapların göze batmayan bir köşede toplandığı bir apartman dairesi ile karşılaşıyorlardı.’’, diye anlatır Manguel bu  durumu.

Borges’in bu mütevazi  kitaplığının  büyük bir bölümünü sözlükler ve ansiklopediler oluşturmaktadır. Çocukluğunda oldukça çekingen olduğu ve kütüphaneye gittiğinde aradığı kitabı sormaktan utandığı için, genellikle bir ansiklopediye uzanıp, açtığı ilk maddeyi okumaya başlaması onun hayatı boyunca kopamayacağı bir alışkanlığı olarak kalacaktır. Kitaplığında en az bulunan şeyse kendi yazdığı kitaplardır. Bunun nedenini şöyle ifade eder: ‘’ Kendimi her şeyden önce bir okur olarak görüyorum ve çevremde de bulunmasını istediği şey, başkalarının kitapları.’’

Yine, Manguel’den öğrendiğimize göre Borges, oldukça başına buyruk bir okur. Bir kitabı son sayfasına kadar okumak gibi zorunluluk hissetmez, ve her okuyucu gibi onun da kütüphanesi bir nevi otobiyografisi olma özelliğine sahip. Olasılık ve anarşinin kurallarına olan inancı yansıtan bir kitaplık… Borges, kitap seçimiyle ilgili duruşunu şöyle dile getirir: ’’ Ben zevk peşinde koşan bir okuyucuyum. Kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.’’

Çocukluğundan beri kaplanlara karşı özel bir ilgisi ve sevgisi olduğu bilinen olan Borges, eserlerinde bu canlıyla birlikte, ayna ve labirent gibi nesneleri metafor olarak sıkça kullanmış. Bahsettiğim kitabevinden, yine üzerinde Borges adını taşıyor diye aldığım kitaplardan biri de Demir Özlü’ye ait: Borges’in Kaplanları. (Özlü’yle de ilk karşılaşmamdı bu. Tezer Özlü’yü severek okuyor olmama rağmen, abisinin varlığından haberdar değildim, Borges isminin izini sürerken tanıştığım bir isim olarak kişisel tarihimdeki yerini aldı bu değerli yazar da.) Borges’in yazar kimliğinin nasıl ortaya çıktığı, onu yazmaya yönelten temel nedenin ne olduğunu bilmek de önemli. Bunu da Özlü’nün kitabında yer alan bir söyleşiden aktaralım: ‘’Kitaplarımda kendimden başka hiçbir şeyden söz etmedim. Kendi benliğimden de her zaman biliyordum ki, gerçek yazarın söyleyecek hiçbir sözü yoktur. Uyanmak isteyen isteklerimi bastırmak isteyen gece canavarlarını, kesinlikle betimleyerek öldürmek için yazıyorum.’’

87 yaşında, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatı sona eren yazar, yapıtlarının eşsizliği ve edebiyat dünyasındaki yeri kadar, ‘’yazılmış-yaşanmış’’ yaşam öyüküsüyle de önemli ve ilgi çekici bir isim. Onu Manguel’den dinlemek ise ayrı bir keyif ve zevk…

Kaynak:
Alberto Manguel, 2001, Çev: Cem Akaş, YKY
Demir Özlü, 2000, YKY


Gülşah Köksal

28.12.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder