Ben hayatıma nasıl başladıysam öyle öleceğim kuşkusuz; hep
kitapların arasında(syf 37)
Böyle diyordu Sartre otobiyografik kitabı olan
‘’Sözcükler’’de. Onu lise felsefe derslerinin ‘’Varoluşçuluk’’ konusundan
tanıyoruz birçoğumuz. Bazılarımız bu kavramın sahibinin O olmadığını, 1813’te
Kopenhag’da doğan Kierkegaard’ın ilk kez
dile getirdiği varoluşçuluk felsefesini Marks’ın Hegel’in baş aşağı duran felsefesini ayakları üzerine
çevirmesi gibi çevirdiği, ve düşüncenin gerçek sahibini bile gölgede bırakacak
şekilde genişletip yeniden yapılandırdığı bilgisine de sahibiz. Bulantı, Duvar,
Yaşananmayan Zamanlar gibi kitaplarını birçoğumuz okuduk ya da okumuş kadar çok
şey duyduk haklarında. Peki, kaçımız Sartre’nin gerçek yaşam öyküsünden
haberdarız? Sartre’yi Sartre yapan
süreçlerin ne olduğunu kaçımız az çok da olsa biliyoruz?
Sartre’nin yaşamını, babasının erken yaşta ölümüne duyduğu
minnetle özetlemek mümkündür ‘’Sözcükler’’adlı kitabından yola çıkarak. Çok
küçüktür babası öldüğünde; annesiyle birlikte taşındıkları dede evinin büyük
maun raflardaki binlerce kitabın bulunduğu kütüphane karşılar onu tüm
merhametiyle. Anneanne, dede, ve dul bir annenin karanlık dünyasından kaçıp
sığındığı tek yerdir Sartre için burası.
Kitapların aydınlık dünyasında bulur kendini. Anlayamasa da tek tek eline
alıp inceler tüm kitapları.
Babası ‘’Jean-Bapiste’nin ölümü annemi zincirlerine
döndürmüş, beni ise özgürlüğüme kavuşturmuştu ‘‘, diye özetler bu süreci. ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu
kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya
çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük
haksızlık! Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti
beni. İyi ki genç yaşta öldü.’’,der
ısrarla. Siz, üzerinize boylu boyunca çöken ne varsa, onların muhakkak bir eril
yanı olduğunu fark ettiniz mi hiç Sartre kadar?
Din, devlet, okul, ordu, aile, mahkeme dendiğinde, babanızı anımsatan
bir şeyler canlanmaz mı yüreğinizde? Komut vermek ve komut almak süreci ne zaman
öğretilmeye başlanır bize? Ne zaman birer makine gibi davranışlar sergilemeye başlar
insanlar? Doğdukları anda mı? Toplumun eril yanı güçlendikçe şiddet, her
türüyle, daha da acımasızca geçirmiyor mu dişlerini yaşamımıza? İtaat denilen
olgu neden herkeste aynı biçimde yeşerip kök salmıyor benliklerde de,
birilerinin daha isyankar, birilerinin daha itaatkar olduğuna şahit oluyoruz?
En saf halimiz hangisidir sorunun cevabını yine Sartre’nin kendi üstben
çıkarsamasında bulabiliyoruz; ‘’Komut
vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. En otoriter kimse bile başkasının,
kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği
soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. Ben, bütün hayatım boyunca
gülmeden ve güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni, bende iktidar kanserinin
olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır’’ (syf 22)
İktidar kanserinin babalık kurumuyla kuşaktan kuşağa
aktarıldığı bir dünyada ezen ve ezilen sınıfların ortadan kalkamayacağı aşikar
olduğuna göre, belki de Sartre’nin dediği gibi çürümüş babalık bağlarının
yeniden sorgulanması ve ataerkil
yapılanmalar üzerine hepimizin yeni bir bakış açısıyla yürümesi ne derece
gerekli, yeterince açık sanırım. Gittiği parklarda çocuk oyunlarına kabul
edilmeyen, yaşıtlarından çokça kısa olmasından dolayı annesinin hep üzüntü
duyduğu, dedesinin odasındaki hayali kahramanlarla oynayarak büyüyen Sartre’nin
yaşamı belki iyi bir mesaj ulaştırıyordur insanlığa; çocuklarınızı özgür
bırakarak savaşsız, kimsenin kimseyi tahakkümüne alma hayali kurmadığı,
ezmediği, kendini ezdirmediği bir dünyaya kavuşulabilir. Mümkündür bu; ama
ancak anne, baba, öğretmen, komutan, dede gibi sıfatlarımızı sırtımızdan
çıkarıp atmakla…
Her yazının sonunda bir temenni cümlesi kurma ihtiyacı
duyuyorum ya; bu seferki de
‘’ Kimseye gülmeden emir veremeyeceğimiz günler özlemiyle’’
olsun…
Sevgiyle….
Gülşah KÖKSAL
30.03.2012 HINIS
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder