16 Kasım 2014 Pazar

SÖZCÜKLER


Ben hayatıma nasıl başladıysam öyle öleceğim kuşkusuz; hep kitapların arasında(syf 37)
Böyle diyordu Sartre otobiyografik kitabı olan ‘’Sözcükler’’de. Onu lise felsefe derslerinin ‘’Varoluşçuluk’’ konusundan tanıyoruz birçoğumuz. Bazılarımız bu kavramın sahibinin O olmadığını, 1813’te Kopenhag’da doğan Kierkegaard’ın  ilk kez dile getirdiği varoluşçuluk felsefesini Marks’ın Hegel’in  baş aşağı duran felsefesini ayakları üzerine çevirmesi gibi çevirdiği, ve düşüncenin gerçek sahibini bile gölgede bırakacak şekilde genişletip yeniden yapılandırdığı bilgisine de sahibiz. Bulantı, Duvar, Yaşananmayan Zamanlar gibi kitaplarını birçoğumuz okuduk ya da okumuş kadar çok şey duyduk haklarında. Peki, kaçımız Sartre’nin gerçek yaşam öyküsünden haberdarız? Sartre’yi  Sartre yapan süreçlerin ne olduğunu kaçımız az çok da olsa biliyoruz?
Sartre’nin yaşamını, babasının erken yaşta ölümüne duyduğu minnetle özetlemek mümkündür ‘’Sözcükler’’adlı kitabından yola çıkarak. Çok küçüktür babası öldüğünde; annesiyle birlikte taşındıkları dede evinin büyük maun raflardaki binlerce kitabın bulunduğu kütüphane karşılar onu tüm merhametiyle. Anneanne, dede, ve dul bir annenin karanlık dünyasından kaçıp sığındığı tek yerdir Sartre için burası.  Kitapların aydınlık dünyasında bulur kendini. Anlayamasa da tek tek eline alıp inceler tüm kitapları.
Babası ‘’Jean-Bapiste’nin ölümü annemi zincirlerine döndürmüş, beni ise özgürlüğüme kavuşturmuştu ‘‘, diye özetler bu süreci.  ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık! Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni.  İyi ki genç yaşta öldü.’’,der ısrarla. Siz, üzerinize boylu boyunca çöken ne varsa, onların muhakkak bir eril yanı olduğunu fark ettiniz mi hiç Sartre kadar?  Din, devlet, okul, ordu, aile, mahkeme dendiğinde, babanızı anımsatan bir şeyler canlanmaz mı yüreğinizde? Komut vermek ve komut almak süreci ne zaman öğretilmeye başlanır bize? Ne zaman birer makine gibi davranışlar sergilemeye başlar insanlar? Doğdukları anda mı? Toplumun eril yanı güçlendikçe şiddet, her türüyle, daha da acımasızca geçirmiyor mu dişlerini yaşamımıza? İtaat denilen olgu neden herkeste aynı biçimde yeşerip kök salmıyor benliklerde de, birilerinin daha isyankar, birilerinin daha itaatkar olduğuna şahit oluyoruz? En saf halimiz hangisidir sorunun cevabını yine Sartre’nin kendi üstben çıkarsamasında bulabiliyoruz;  ‘’Komut vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. En otoriter kimse bile başkasının, kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. Ben, bütün hayatım boyunca gülmeden ve güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni, bende iktidar kanserinin olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır’’ (syf 22)
İktidar kanserinin babalık kurumuyla kuşaktan kuşağa aktarıldığı bir dünyada ezen ve ezilen sınıfların ortadan kalkamayacağı aşikar olduğuna göre, belki de Sartre’nin dediği gibi çürümüş babalık bağlarının yeniden sorgulanması  ve ataerkil yapılanmalar üzerine hepimizin yeni bir bakış açısıyla yürümesi ne derece gerekli, yeterince açık sanırım. Gittiği parklarda çocuk oyunlarına kabul edilmeyen, yaşıtlarından çokça kısa olmasından dolayı annesinin hep üzüntü duyduğu, dedesinin odasındaki hayali kahramanlarla oynayarak büyüyen Sartre’nin yaşamı belki iyi bir mesaj ulaştırıyordur insanlığa; çocuklarınızı özgür bırakarak savaşsız, kimsenin kimseyi tahakkümüne alma hayali kurmadığı, ezmediği, kendini ezdirmediği bir dünyaya kavuşulabilir. Mümkündür bu; ama ancak anne, baba, öğretmen, komutan, dede gibi sıfatlarımızı sırtımızdan çıkarıp atmakla…
Her yazının sonunda bir temenni cümlesi kurma ihtiyacı duyuyorum ya; bu seferki de
‘’ Kimseye gülmeden emir veremeyeceğimiz günler özlemiyle’’ olsun…
Sevgiyle….


Gülşah KÖKSAL
30.03.2012 HINIS


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder