Tarım toplumundan üretim toplumuna, ardından tüketim
toplumuna doğru geçişle birlikte kentler yeni anlamlar yüklenmeye başladı. Yeni
anlamlarla birlikte yeni gerçeklikler, yeni yaşam biçimleri ve yeni kavramlar
eş zamanlı olarak ortaya çıkmış oldu..
Nüfusun kent merkezlerine doğru yönelmesiyle
birlikte, alışveriş yapmak, eğlenmek, dinlenmek, gezinmek isteyen insanlar
kendilerini caddelerde, ardında pasajlarda ve onun devamı niteliğinde olan
alışveriş merkezlerinde bulur oldu.
Günümüz alışveriş merkezlerinin atası sayılan
pasajların ilki olan Palais Royal, 1780’de
Paris’te inşa edildi. Bu yeni yapı, kentteki-gösteri odaklı kalabalıkta yer
alan modern tüketiciliğin köklerini içermede bir sembol niteliğindeydi. Burada
pazar, toplum ve şehrin kalabalığı gösteriye odaklanmaktaydı. İçeride iş,
tüketim, eğlence, politika ve bilgi arasında doğrudan bir bağlantı söz
konusuydu.
Pasajlar, caddeyle içmekan arası bir yapı olarak
tasarlandı. Karanlığın insanların evlerine erkenden dönmesine engel olmak için
ilk gaz lambalarının kullandığı yerler olarak tarihteki yerini aldı. Bu buluş
sayesinde kalabalık, bu iç-mekanlarda daha fazla kalabilecek, daha çok
alışveriş yapıp, düzenlenen pasaj içi etkinliklerinde daha uzun yer
alabilecekti.
Flaneur, bu yeni eko-mimari yapının yarattığı
kişidir. ‘’Aylak aylak gezen’’ anlamına gelen bu sözcüğü ilk kez Baudlaire, daha başka bir anlamda,
‘’kalabalığı şiir için malzeme olarak kullanan bir insan (erkek-şair)’’ olarak
kullanmıştır. O’na göre flaneur; kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilen
ve kendini evinde gibi hissetmenin rahatlığını duyan kişidir.. Flaneur, günümüz
avmlerinde boş boş gezinen, etrafına ve vitrinlere bakıp duran; vakit dolduran-
vakit öldüren, dinlenen-eğlenen-tüketen bireyden ayrılır; çünkü onun tek amacı
insanları gözlemek, hareketleri ve davranışları irdelemektir. Kurt Borchard da
, 19.yy pasajlarında dolaşan bireye flaneur denilebileceğini, ama günümüzün
alışveriş merkezindekilerin Las Vegas gibi tüketim metropollerini ve alışveriş
merkezlerini ‘’sahte flaneur”ların mekânları olarak nitelendirebileceğimizi
söyler.
Flaneur,
tüketime katılmaktan ziyade, müşteriler için pasaj içinde oluşturulan
imkanlardan yararlanır, hem de sonuna kadar… ‘’Onun gözünde emaye kaplı parlak
firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi
duvar süsüdür; duvarlar not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete
kulübeleri kitaplıklarıdır; kafelerin balkonları da, işini bitirdikten sonra
eğilip sokağa baktığı cumbalardır.’’ (Pasajlar s.131)
İçinde
bulunduğumuz dünya, Benjamin’in tabiriyle artık ‘’gözün kulağa üstün geldiği’’
bir yerdir. Toplu taşıma araçlarının ortaya çıkışıyla ilk kez deneyimlemek
zorunda kalmıştır insan bu durumu: bir yolculuk boyunca insanlar dakikalarca yüz yüze durmak
zorundadır ancak konuşmama kuralı
imzalanmış gibidir aralarında. Oysa kaçamak bakışmalar, incelemeler hiçbir
zaman ortadan kaldıralamamıştır. Aksine, insanlar her görüntüye bir anlam
yüklemeye; insanları kıyafetleri, taşıdıkları eşyaların markaları yahut
fiziksel özelliklerine göre ayırmayı, ait olduğu sosyo ekonomik sınıfı
kestirebilmeyi istemsiz bir davranış halinde yaşamaya devam etmiştir. Bu
davranışlar ‘’kayıtsız bir duruş’’ sergilenerek kamufle edilmeye
çalışılmaktadır. Bizler bugün otobüste, metroda, duraklarda yanındaki kişiyle
sohbet etmeye çalışan teyzelere, amcalara rastlamaktayız. Toplum olarak modern
dünyaya entegre etmeyi başaramadığımız(!) bu tarz insanların kayıtsızlığı
öğrenememiş olmaları, gözün kendilerine sunduklarından daha fazlasını arzu
ediyor olmaları dünyanın en rahatsız edici durumu gibi görünmektedir
birçoklarımızın gözüne. Sadece ‘bakıyor’ olmak; yan yana ya da karşı karşıya oturup ‘’konuşmuyor
olmak’’; bunlar yeni durumlardır
insanlık için. Kişinin sahibi olduğu bir iç sesin varlığını gerektirir.
Foucault bu durumla ilgili düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: ‘’Sakin sakin
keyif çatmak, işçiyi neredeyse bitkin düşürür. Oturduğu ev bulutsuz bir göğün
altında istediği kadar yeşilliklere bürünmüş, çiçek kokularıyla dolmuş ve kuş
cıvıltılarıyla canlanmış olsun- işçi, yapacak işi yoksa eğer, yalnızlığın
çekici yanlarına kapalı kalır. Ama uzaklardaki bir fabrikadan tiz bir düdük
sesi kulağına gelmeye görsün, makinelerin tekdüze takırtısını duymayagörsün,
yüzü hemen aydınlanıverir… Nefis çiçek kokularını artık duymaz olur.’’
(Pasajlar, s.132)
Baudlaire’ye göre bir zenginliktir kalabalık. Yine
o, insanın saklanıp kaybolabileceği yegane sığınaktır da. Ve, kalabalık
içersinde var olabilmek için yalnızlığı alabildiğine iyi tanımak ve onu yaşamın
bir parçası haline getirmek gerekir. Baudlaire bu düşüncesini, Paris Sıkıntısı adlı eserinde; ’’Çokluk,
tekliktir: Etkin ve doğurgan bir şairin kaleminde birbirine eşit şeyler.
Yalnızlığını doldurmayı bilmeyen, arı kovanı gibi işleyen bir kalabalıkta
yalnız olmayı da bilmez.’’(s.47), şeklinde ifade eder. Yine, ‘’Herkesin harcı
değildir kalabalıkla yıkanmak: Bir sanattır kalabalıktan hoşlanmak; bazı
insanlar vardır, bir peri, daha beşikte iken, kılıktan kılığa girmenin,
kalabalığa karışıp yüzünü maskeyle gizletmenin zevkini, eve duyulan kini ve
yolculuk tutkusunu üfler kulaklarına, işte yalnız o kişi gerçekleştirir
kaynaşmayı insanlık hesabına’’ der bir başka cümlesinde. Kötülük Çiçekleri ve
Paris Sıkıntısı gibi eserlerini pasajlarda geçirdiği uzun saatlerden sonra kaleme
aldığını söyleyen Baudlaire gibi, Dickens
de yazmak ve yaratmak için kalabalığa gereksinim duyuyor olduğunu,
kalabalığın bulunmadığı ortamlarda yazmaya çalıştığında ‘’ kahramanlarının
hareket edemiyor.’’olduğunu hissettiğini dile getirir.
Kalabalığı bu denli önemseyen, ve (şiir) yazmak için
onu olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kabul eden
Baudlaire ‘’Gecenin Bir Saati’’adlı bir düzyazı-şiirinde ‘’ Çok şükür!
Kendimleyim! Gecikmiş ve bitkin birkaç faytonun tekerlek sesinden başka ses
yok. Çok şükür! İnsan yüzünün zorbalığından kurtuldum, şimdi artık yalnızca
kendime katlanacağım. Çok şükür! Yoğun
karanlıklar banyosunda dinlenmeme izin verildi.’’diye dile getirir bu defa
duygularını. (Paris Sıkıntısı s.47) ‘’Kalabalıkla yıkanmak’’ ve ‘’karanlığın
banyosunda dinlenmek’’, bir ve aynı şeyidir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi
‘’çokluk teklik’’ demektir onun için.
Baudlaire, C., Paris Sıkıntısı, 2001, Çev: Erdoğan
Alkan, Cumhuriyet Klasikleri
Benjamin, W.,
Pasajlar, 2012, Çev: Ahmet Cemal, YKY
Benjamin, W., Son Bakışta Aşk, 2012, Çev: Nurdan
Gürbilek, Metis
Gülşah KÖKSAL ÇEKİCİ
24.01.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder