15 Kasım 2014 Cumartesi

KALABALIK, YALNIZLIK VE Flâneur

Tarım toplumundan üretim toplumuna, ardından tüketim toplumuna doğru geçişle birlikte kentler yeni anlamlar yüklenmeye başladı. Yeni anlamlarla birlikte yeni gerçeklikler, yeni yaşam biçimleri ve yeni kavramlar eş zamanlı olarak ortaya çıkmış oldu..

Nüfusun kent merkezlerine doğru yönelmesiyle birlikte, alışveriş yapmak, eğlenmek, dinlenmek, gezinmek isteyen insanlar kendilerini caddelerde, ardında pasajlarda ve onun devamı niteliğinde olan alışveriş merkezlerinde bulur oldu.

Günümüz alışveriş merkezlerinin atası sayılan pasajların ilki olan  Palais Royal, 1780’de Paris’te inşa edildi. Bu yeni yapı, kentteki-gösteri odaklı kalabalıkta yer alan modern tüketiciliğin köklerini içermede bir sembol niteliğindeydi. Burada pazar, toplum ve şehrin kalabalığı gösteriye odaklanmaktaydı. İçeride iş, tüketim, eğlence, politika ve bilgi arasında doğrudan bir bağlantı söz konusuydu.

Pasajlar, caddeyle içmekan arası bir yapı olarak tasarlandı. Karanlığın insanların evlerine erkenden dönmesine engel olmak için ilk gaz lambalarının kullandığı yerler olarak tarihteki yerini aldı. Bu buluş sayesinde kalabalık, bu iç-mekanlarda daha fazla kalabilecek, daha çok alışveriş yapıp, düzenlenen pasaj içi etkinliklerinde daha uzun yer alabilecekti.

Flaneur, bu yeni eko-mimari yapının yarattığı kişidir. ‘’Aylak aylak gezen’’ anlamına gelen bu sözcüğü  ilk kez Baudlaire, daha başka bir anlamda, ‘’kalabalığı şiir için malzeme olarak kullanan bir insan (erkek-şair)’’ olarak kullanmıştır. O’na göre flaneur; kalabalığın içinde yalnız kalmayı becerebilen ve kendini evinde gibi hissetmenin rahatlığını duyan kişidir.. Flaneur, günümüz avmlerinde boş boş gezinen, etrafına ve vitrinlere bakıp duran; vakit dolduran- vakit öldüren, dinlenen-eğlenen-tüketen bireyden ayrılır; çünkü onun tek amacı insanları gözlemek, hareketleri ve davranışları irdelemektir. Kurt Borchard da , 19.yy pasajlarında dolaşan bireye flaneur denilebileceğini, ama günümüzün alışveriş merkezindekilerin Las Vegas gibi tüketim metropollerini ve alışveriş merkezlerini ‘’sahte flaneur”ların mekânları olarak nitelendirebileceğimizi söyler.
  Flaneur, tüketime katılmaktan ziyade, müşteriler için pasaj içinde oluşturulan imkanlardan yararlanır, hem de sonuna kadar… ‘’Onun gözünde emaye kaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi duvar süsüdür; duvarlar not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete kulübeleri kitaplıklarıdır; kafelerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır.’’ (Pasajlar s.131)

 İçinde bulunduğumuz dünya, Benjamin’in tabiriyle artık ‘’gözün kulağa üstün geldiği’’ bir yerdir. Toplu taşıma araçlarının ortaya çıkışıyla ilk kez deneyimlemek zorunda kalmıştır insan bu durumu: bir yolculuk boyunca  insanlar dakikalarca yüz yüze durmak zorundadır  ancak konuşmama kuralı imzalanmış gibidir aralarında. Oysa kaçamak bakışmalar, incelemeler hiçbir zaman ortadan kaldıralamamıştır. Aksine, insanlar her görüntüye bir anlam yüklemeye; insanları kıyafetleri, taşıdıkları eşyaların markaları yahut fiziksel özelliklerine göre ayırmayı, ait olduğu sosyo ekonomik sınıfı kestirebilmeyi istemsiz bir davranış halinde yaşamaya devam etmiştir. Bu davranışlar ‘’kayıtsız bir duruş’’ sergilenerek kamufle edilmeye çalışılmaktadır. Bizler bugün otobüste, metroda, duraklarda yanındaki kişiyle sohbet etmeye çalışan teyzelere, amcalara rastlamaktayız. Toplum olarak modern dünyaya entegre etmeyi başaramadığımız(!) bu tarz insanların kayıtsızlığı öğrenememiş olmaları, gözün kendilerine sunduklarından daha fazlasını arzu ediyor olmaları dünyanın en rahatsız edici durumu gibi görünmektedir birçoklarımızın gözüne. Sadece ‘bakıyor’ olmak; yan yana  ya da karşı karşıya oturup ‘’konuşmuyor olmak’’; bunlar yeni  durumlardır insanlık için. Kişinin sahibi olduğu bir iç sesin varlığını gerektirir. Foucault bu durumla ilgili düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: ‘’Sakin sakin keyif çatmak, işçiyi neredeyse bitkin düşürür. Oturduğu ev bulutsuz bir göğün altında istediği kadar yeşilliklere bürünmüş, çiçek kokularıyla dolmuş ve kuş cıvıltılarıyla canlanmış olsun- işçi, yapacak işi yoksa eğer, yalnızlığın çekici yanlarına kapalı kalır. Ama uzaklardaki bir fabrikadan tiz bir düdük sesi kulağına gelmeye görsün, makinelerin tekdüze takırtısını duymayagörsün, yüzü hemen aydınlanıverir… Nefis çiçek kokularını artık duymaz olur.’’ (Pasajlar, s.132)

Baudlaire’ye göre bir zenginliktir kalabalık. Yine o, insanın saklanıp kaybolabileceği yegane sığınaktır da. Ve, kalabalık içersinde var olabilmek için yalnızlığı alabildiğine iyi tanımak ve onu yaşamın bir parçası haline getirmek gerekir. Baudlaire bu düşüncesini,  Paris Sıkıntısı adlı eserinde; ’’Çokluk, tekliktir: Etkin ve doğurgan bir şairin kaleminde birbirine eşit şeyler. Yalnızlığını doldurmayı bilmeyen, arı kovanı gibi işleyen bir kalabalıkta yalnız olmayı da bilmez.’’(s.47), şeklinde ifade eder. Yine, ‘’Herkesin harcı değildir kalabalıkla yıkanmak: Bir sanattır kalabalıktan hoşlanmak; bazı insanlar vardır, bir peri, daha beşikte iken, kılıktan kılığa girmenin, kalabalığa karışıp yüzünü maskeyle gizletmenin zevkini, eve duyulan kini ve yolculuk tutkusunu üfler kulaklarına, işte yalnız o kişi gerçekleştirir kaynaşmayı insanlık hesabına’’ der bir başka cümlesinde. Kötülük Çiçekleri ve Paris Sıkıntısı gibi eserlerini pasajlarda geçirdiği uzun saatlerden sonra kaleme aldığını söyleyen Baudlaire gibi, Dickens  de yazmak ve yaratmak için kalabalığa gereksinim duyuyor olduğunu, kalabalığın bulunmadığı ortamlarda yazmaya çalıştığında ‘’ kahramanlarının hareket edemiyor.’’olduğunu hissettiğini dile getirir.

Kalabalığı bu denli önemseyen, ve (şiir) yazmak için onu olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak kabul eden  Baudlaire ‘’Gecenin Bir Saati’’adlı bir düzyazı-şiirinde ‘’ Çok şükür! Kendimleyim! Gecikmiş ve bitkin birkaç faytonun tekerlek sesinden başka ses yok. Çok şükür! İnsan yüzünün zorbalığından kurtuldum, şimdi artık yalnızca kendime katlanacağım.  Çok şükür! Yoğun karanlıklar banyosunda dinlenmeme izin verildi.’’diye dile getirir bu defa duygularını. (Paris Sıkıntısı s.47) ‘’Kalabalıkla yıkanmak’’ ve ‘’karanlığın banyosunda dinlenmek’’, bir ve aynı şeyidir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘’çokluk teklik’’ demektir onun için.


Baudlaire, C., Paris Sıkıntısı, 2001, Çev: Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Klasikleri
Benjamin, W.,  Pasajlar, 2012, Çev: Ahmet Cemal, YKY
Benjamin, W., Son Bakışta Aşk, 2012, Çev: Nurdan Gürbilek, Metis

Gülşah KÖKSAL ÇEKİCİ
24.01.2014




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder