Simon de Beauvoir… Dünya
onun sesine ‘’İkinci Cins’’ adlı
kitabıyla ilk kez ciddi bir biçimde kulak vermiş olsa da, O yazarlığa ilk
adımını 1943’te yayınlanan ‘’Konuk Kız’’adlı romanıyla atmıştır. Fransız bir
ailenin asi kızıdır Simon. 1908 yılında doğmuş, verdiği büyük mücadeleler
sonucu öğrenimine, felsefe öğrencisi olarak devam etmiş bir ‘’Sorbon’’ludur.
Sartre ile burada kesişir yolları. Ve bir daha da ayrılmaz. Bir daha ayrılmaz
dediğimize bakmayın, aslında bizim algı dünyamızda olan bir birliktelik
değildir onlarınki. Öğrenciyken örneğin, yan yana olan iki oda kiralarlar ama
asla aynı odada kalmazlar; ‘’birlikte uyuyup uyandığımızda, ya da, her anı aynı
mekanda geçirmeye başladığımızda
mahremiyetimize gölge düşebilir’’ diye. Birbirlerini sürekli besleyen
iki akarsu kolu gibidir yaşamları.
Sartre’nin zekası, ilk fark ettiği andan
itibaren gözlerini kamaştırmaya başlamıştır Simon’un. Ve bu izlenim hep bir
gerçeklik olarak kalmıştır onda. Simon, bir dönem için Amerika’ya gitmiş, orada
ünlü bir profesör olan Nelson Algren’le aşk yaşamış, 1954 yılında layık
görüldüğü Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü bu isme itaf
etmiş,mektuplaşmalarını kitap olarak yayımlamış, ama bu ve benzeri ilgi
kaymalarının bile Sartre ile olan bağlarını zayıflatmasına izin vermemiştir.
Sartre de bu zaman içerisinde başkalarına karşı heyecan duyduğunu itiraf
etmiştir. İkisi de bu süreçlerin ilişkilerini zayıflatan değil, aksine güçlendiren
bir süreç olarak kabul etmişlerdir.
Simon, kadınların 17. Yy’dan beri zaman zaman yoğun ama sürekli şekilde devam eden kadınlık
hakları ve cinsler arası eşitlik konularını ele alıp İkinci Cins adıyla
yayımlamasından sonra, feminizm siyasi bir söyleme de eklemlenerek, tırmanışa
geçmiştir. Simon erkek düşmanı
söylemlerden farklı olarak ‘’asıl suçun kadınlarda’’ olduğu görüşünü cesurca
dile getirerek kadınları bile karşısına almıştır. Onu belki de diğer feminist
yazarlardan ayrı bir yere koymamızı gerektiren en önemli tarafı budur. ‘’Kadının en büyük özrü, varının yoğunun
evliliğe bağlanmış olmasıdır; uğraşı yoktur, yeteneği, kişisel ilişkileri
yoktur, hatta adı bile kendinin değildir; kısacası ancak kocasının
yarısıdır’’(İkinci Cins, II.Cilt, syf 104) Onun muhatap aldığı taraf erkek
değil, kadının ta kendisidir. Sisipos işkencesinden ağır ‘’hergün tekrarlanan
ve sonu gelmeyen ve hiçbir şey üretmeyen, kadri bilinmiyor diye söylenmekten
sonuçta bir cadolaza dönüştüren ev işi deliliğinden kurtulmaları gerektiğini
tekrarlar durur satırlarında. Okumaları, öğrenmeleri, kendilerinde varolan
yeteneklerinin izini sürmelerini ve ekonomik bağımsızlılarını bir an önce elde
edip yaşama daha güçlü bir insan olarak katılmalarının önemini ve gerekliliğini
vurgular. 20.yy’da bile dile getirilmesi cesaret isteyen şeylerdir bunlar. Onun tek arzusu aptal, zekadan yoksun,
varolabilmek için erkeğin(baba, ağabey, koca) varlığını mutlak gören bir kadın
algısının silinip yok olacağı inancını önce kadınların kendisine, sonra da tüm
dünyaya kabul ettirmektir. Bunu şu cümleleriyle destekler; ‘’Kocalarının
gidişine yürekten üzülen pek çok kadının, ondan sonra, büyük bir şaşkınlıkla
kendilerinde akıllarına bile getiremedikleri olanaklar keşfettiğini hepimiz
biliriz; işleri yönetir, çocukları yetiştirir, kimsenin yardımı olmaksızın
karar verir, çekip çevirirler. Kocalarının dönüşüyle de yine eski
beceriksizliklerine gömülürler.’’ (ags syf 94)
Kadınlarda yaratılan bu öğrenilmiş çaresizliğin tek amacı,
erkek egemen düzenin devamlılığının sağlanmak istenmesidir. Simon’un örneğinden de görülebileceği gibi, erkeğin bir
şekilde kadının yaşamından çıkmak durumunda kaldığı zamanlarda, onun çocuklar,
ev ekonomisi, ya da hayatı diğer alanlarda idame ettirme konusunda ne kadar
başarılı olabildiklerine hepimiz şahit olmuşuzdur. Balıkçılık, kamyon
şoförlüğü, çöpçülük yapan, ya da üst düzey bürokrat olan kadınlar gördüğümüzde
hala şaşırıyor olmamızın tek gerçek sebebi, patriarkal düzenin 21.yyda da aynı
cinssel ayrımına ve ikinci cins vurgusuna devam edebiliyor olmasıdır.
Simon feminizminin kadın yaklaşımına ben de büyük oranda
katılıyorum. Kadınlar ele geçebilecek fırsatları görmezden gelerek, güvenli ve
kolay olan evliliği tek kurtuluş yolu gördüğü, kendi düşün dünyasını harakete
geçirmek için çaba sarf etmediği, kocasını eline bakmak zorunda olan bir
zavallı gibi davrandığı sürece, kadınlar ‘’İkinci Cins’’ olarak algılanmaya
devam edeceklerdir...
01.04.2012
Gülşah KÖKSAL / Hınıs
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder