16 Kasım 2014 Pazar

SİMON de BEAUVOİR





Simon de Beauvoir…  Dünya onun sesine ‘’İkinci Cins’’  adlı kitabıyla ilk kez ciddi bir biçimde kulak vermiş olsa da, O yazarlığa ilk adımını 1943’te yayınlanan ‘’Konuk Kız’’adlı romanıyla atmıştır. Fransız bir ailenin asi kızıdır Simon. 1908 yılında doğmuş, verdiği büyük mücadeleler sonucu öğrenimine, felsefe öğrencisi olarak devam etmiş bir ‘’Sorbon’’ludur. Sartre ile burada kesişir yolları. Ve bir daha da ayrılmaz. Bir daha ayrılmaz dediğimize bakmayın, aslında bizim algı dünyamızda olan bir birliktelik değildir onlarınki. Öğrenciyken örneğin, yan yana olan iki oda kiralarlar ama asla aynı odada kalmazlar; ‘’birlikte uyuyup uyandığımızda, ya da, her anı aynı mekanda geçirmeye başladığımızda  mahremiyetimize gölge düşebilir’’ diye. Birbirlerini sürekli besleyen iki akarsu kolu gibidir yaşamları. 


Sartre’nin zekası, ilk fark ettiği andan itibaren gözlerini kamaştırmaya başlamıştır Simon’un. Ve bu izlenim hep bir gerçeklik olarak kalmıştır onda. Simon, bir dönem için Amerika’ya gitmiş, orada ünlü bir profesör olan Nelson Algren’le aşk yaşamış, 1954 yılında layık görüldüğü Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü bu isme itaf etmiş,mektuplaşmalarını kitap olarak yayımlamış, ama bu ve benzeri ilgi kaymalarının bile Sartre ile olan bağlarını zayıflatmasına izin vermemiştir. Sartre de bu zaman içerisinde başkalarına karşı heyecan duyduğunu itiraf etmiştir. İkisi de bu süreçlerin ilişkilerini zayıflatan değil, aksine güçlendiren bir süreç olarak kabul etmişlerdir. 


Simon, kadınların 17. Yy’dan beri zaman zaman  yoğun ama sürekli şekilde devam eden kadınlık hakları ve cinsler arası eşitlik konularını ele alıp İkinci Cins adıyla yayımlamasından sonra, feminizm siyasi bir söyleme de eklemlenerek, tırmanışa geçmiştir.  Simon erkek düşmanı söylemlerden farklı olarak ‘’asıl suçun kadınlarda’’ olduğu görüşünü cesurca dile getirerek kadınları bile karşısına almıştır. Onu belki de diğer feminist yazarlardan ayrı bir yere koymamızı gerektiren en önemli tarafı budur.  ‘’Kadının en büyük özrü, varının yoğunun evliliğe bağlanmış olmasıdır; uğraşı yoktur, yeteneği, kişisel ilişkileri yoktur, hatta adı bile kendinin değildir; kısacası ancak kocasının yarısıdır’’(İkinci Cins, II.Cilt, syf 104) Onun muhatap aldığı taraf erkek değil, kadının ta kendisidir. Sisipos işkencesinden ağır ‘’hergün tekrarlanan ve sonu gelmeyen ve hiçbir şey üretmeyen, kadri bilinmiyor diye söylenmekten sonuçta bir cadolaza dönüştüren ev işi deliliğinden kurtulmaları gerektiğini tekrarlar durur satırlarında. Okumaları, öğrenmeleri, kendilerinde varolan yeteneklerinin izini sürmelerini ve ekonomik bağımsızlılarını bir an önce elde edip yaşama daha güçlü bir insan olarak katılmalarının önemini ve gerekliliğini vurgular. 20.yy’da bile dile getirilmesi cesaret isteyen şeylerdir bunlar.  Onun tek arzusu aptal, zekadan yoksun, varolabilmek için erkeğin(baba, ağabey, koca) varlığını mutlak gören bir kadın algısının silinip yok olacağı inancını önce kadınların kendisine, sonra da tüm dünyaya kabul ettirmektir. Bunu şu cümleleriyle destekler; ‘’Kocalarının gidişine yürekten üzülen pek çok kadının, ondan sonra, büyük bir şaşkınlıkla kendilerinde akıllarına bile getiremedikleri olanaklar keşfettiğini hepimiz biliriz; işleri yönetir, çocukları yetiştirir, kimsenin yardımı olmaksızın karar verir, çekip çevirirler. Kocalarının dönüşüyle de yine eski beceriksizliklerine gömülürler.’’ (ags syf 94)


Kadınlarda yaratılan bu öğrenilmiş çaresizliğin tek amacı, erkek egemen düzenin devamlılığının sağlanmak istenmesidir. Simon’un  örneğinden de görülebileceği gibi, erkeğin bir şekilde kadının yaşamından çıkmak durumunda kaldığı zamanlarda, onun çocuklar, ev ekonomisi, ya da hayatı diğer alanlarda idame ettirme konusunda ne kadar başarılı olabildiklerine hepimiz şahit olmuşuzdur. Balıkçılık, kamyon şoförlüğü, çöpçülük yapan, ya da üst düzey bürokrat olan kadınlar gördüğümüzde hala şaşırıyor olmamızın tek gerçek sebebi, patriarkal düzenin 21.yyda da aynı cinssel ayrımına ve ikinci cins vurgusuna devam edebiliyor olmasıdır.
Simon feminizminin kadın yaklaşımına ben de büyük oranda katılıyorum. Kadınlar ele geçebilecek fırsatları görmezden gelerek, güvenli ve kolay olan evliliği tek kurtuluş yolu gördüğü, kendi düşün dünyasını harakete geçirmek için çaba sarf etmediği, kocasını eline bakmak zorunda olan bir zavallı gibi davrandığı sürece, kadınlar ‘’İkinci Cins’’ olarak algılanmaya devam edeceklerdir...

01.04.2012
Gülşah KÖKSAL / Hınıs


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder