Hepimiz,
anne-babalarımızın gerçek ebeveynlerimiz olduğuna inanarak yaşar gideriz.
Aksini duyma ihtimali her zaman mümkündür, değil mi? Bir gün bir tesadüf
üzerine, başka bir aileye ait olduğumuz gerçeğiyle yüz yüze gelebiliriz…
Sevginin
yetersiz geldiği ya da samimi görünmediği, yaşamsal-düşünsel farklılıkların
derinleştiği dönemlerde vs, ‘’bunlar beni evlatlık aldılar galiba, ben belki de
bunların çocuğu değilimdir’’ deriz, şakayla karışık. Gayri ihtiyari bir
söylemdir bu kuşkusuz. Hiçbirimiz böyle bir ihtimalin gerçekliği üzerine öyle
eni konu oturup düşünmeyiz.
‘’Evlatlık’’
kelimesi algı dünyamızda ‘’ikincil olmak’’, ‘’sevgisizlik’’, ‘’öteki olmak’’,
‘’dışlanmak’’
‘’horlanmak’’
ile bir arada bulunur ve sıklıkla bir arada ya da birbirinin yerine kullanılır.
Ama başta da dediğimiz gibi, daha çok şaka yollu.
Peki ya,
gerçekten de, anne babalarımız sandığımız, öyle saydığımız kişiler tarafından
dünyaya getirilmemişsek ve gerçek anne babamız başka birileriyse…. Biyolojik
ailenizden daha iyi koşullara sahipse sizi evlatlık alan aile; daha anlayışlı,
daha sevgi dolu, imkanları daha geniş ve daha fazla mutlu olabileceğiniz bir
dünya kurabilmişlerse size, ne ala… Buna kaderin bir öpücü, bir ‘kıyağı’
gözüyle bile bakılabilir belki dışarıdan. Ama, bir de tam tersiyse durum…
Hayatınız
mutsuzlukla mücadele etmekle geçmişse; kendinizi evinizde hep kısıtlanmış,
ruhsal olarak sakatlanmış, hezeyan üzerine hezeyan, bunalım üzerine bunalım
yaşarken bulmuşsanız sürekli, ve bunu size yaşatanın kendi biyolojik anne
babanız olmadığını öğrenmişseniz günün birinde….
Janette
Winterson tam da bu bahsettiğimiz kişidir aslında. Altı haftalıkken,
Manchesterli dindar mı dindar bir kadın ile, kendi halinde yaşayıp giden bir
adam tarafından evlatlık edinilmiştir. Fakir sayılabilecek bir ailedir. Bu,
Winterson’un ‘yanlış beşik’olarak tabir ettiği yuvanın ta kendisidir.
Anne, evli
bir rahibe gibi sürdürmektedir yaşamını; eşiyle cinsel birliktelik yaşamayı
reddeder –ki çiftin bir çocuğu evlatlık edinmelerinin en önemli sebeplerinden
biri de budur belki. Soğuk, mesafeli, kuralları olan, mutsuz bir kadındır anne.
Kızını da bu kurallara göre büyütmeye çalışır. Oğlanlarla bir arada olmak
yasaktır, ama kızlarla bir arada olmak da... Kitap okumak da… Tabi, evde
bulunan altı dini kitabın dışında… ‘’Altı adet kitap… Annem elimin kitaba değmesini istemiyordu. Kitapların
içine balıklama dalacağım aklına bile gelmedi –saklanmak için kendimi onlara
hapsedeceğimi.’’ (s.41)
‘’Öylesine iri bir öfkem vardı ki,
hangi evi olsa doldururdu.’’, diye ifade eden Winterson, sevginin, dokunulmanın, mutlu
olmanın ne olduğunu öğrenemeden büyümenin onu dünyanın en acayip insanlarından
birine çevirdiğini düşünür . ‘’(…) somon
balığının akıntıya karşı yüzme kararlığıyla, inadıyla sevmeyi öğrenmek ‘’
gerektiğini, ‘’o akıntının ne kadar çırpınıtılı olursa olsun, onun bizim akıntımız
olduğunu unutmamamız gerektiğini’’ fark eder bu değersizlik- sevgisizlik
krizleri yaşadığı dönemlerden birinde.
Mutluluğun
sadece kitaplarda, sözcüklerde gizli olduğunu fark ettikten sonraysa, eline
geçen tüm parasını kitaplara yatırmaya başlar. Gizli saklı okumaktan başka
çaresi yoktur. Tepelere çıkar ve eve dönmek zorunda olduğu saatlere kadar,
durmaksızın; sözcükleri yercesine, yutarcasına okur. Tabi bir de o kitapları
saklama sorunu çıkar oraya. Bunun için de yatağın altını kullanır. Aldığı ve
okuduğu kitapları karyola ile yatak arasına birkaç sıra halinde dizmeye başlar.
Ve… Bir gün bu durum anne Winterson tarafından fark edilir. Ne mi olur? Tüm
kitaplar camdan bahçeye fırlatılır birer birer. Üzerine bir bidon benzin
dökülür ve yakılır. O gün yaşadığı acıya rağmen ‘’s.et’’ der kendine, ‘’ben
de kendi kitaplarımı yazmaya başlarım.’’
Kilisede
kendi yaşlarında bir kızla tanıştığında içinin sıcacık olduğunu fark eder Jenette.
Arkadaş olurlar. Ve bir gün Janey adlı bu kız kendisini öper. Sevgidir bu.
Sevginin en güzel hali. Belki de aşk… Evet evet, aşık olmuştur. Hem de kendi
cinsinden birisine. Sık sık bir araya gelen bu kızların birbirilerine olan
ilgileri anne tarafından fark edilince Jenette, itiraf eder gerçeği. On altı
yaşında, evlatlık edinildiği evden kapı dışarı edilen genç kız, kitaba da adını
verdiği o cümleyi, duyar annesinden: Normal
olmak varken neden mutlu olasın.
Bedende
Yazılı, Vişnenin Cinsiyeti, Tek Meyve Portakal Değildir adlı kitapları Sel
Yayınları tarafından dilimize kazandırılan yazar, kendisini sokakta bulduğu o
günden sonra bir arabada yaşamaya başlar, eğitimini devam ettirir, Oxford
sınavını kazanır ve pek çok ödülün yanı sıra, Britanya Kraliyet Onur Nişanına
layık görülür.
Doğar doğmaz
yaralanmıştır. Evlatlık edinildiğini öğrendiğinde, kendi cinsiyetinden birisine
aşık olup, bunun toplumsal bir yasak olarak kabul edildiğini öğrendiğinde ve on
altı yaşında sokağa atıldığında… Defalarca derin yaralar almıştır ruhu.
Hem ısınmak,
hem içlerinde uyumak, hem mutlu olmak için okumuş; yaralarını okuduğu öykülerle
sağaltmış; ardından da, kendi kitaplarını, başkalarının yaralarını sarması için
şişe içine konulmuş mesajlar gibi, yazın denizinin içine bırakmıştır. Ben o
denizin kıyısında rastladım ona.
‘’Yara simgeseldir, dolayısıyla tek bir yoruma
indirgenemez. Ancak yaralanmak, göründüğü kadarıyla, insan olabilmenin bir yolu
ya da anahtarı. O bir ıstırap olduğu kadar da bir erdem.
Öykülerde farkına vardığımız şey,
yaranın lütufa olan yakınlığı: Yaralanan kişi o yarayla seçilmiş, diğerlerinden
ayrılmış oluyor – hem edebi hem de simgesel anlamda. Yara farklılığın bir
işareti.’’ (s.207)
Gülşah
KÖKSAL
03/ 12/ 2015
Beyoğlu
Hocam çok güzel yazmışsınız. Ben Eylül Beyoğlu 'ndan. Sizinle sınıfça iletişime geçmek istiyoruz. Yardım eder misiniz =)
YanıtlaSil