‘’Borges için
okumak, asla olamayacağını bildiği o adamlar olmanın bir yolu: eylem adamları,
büyük aşıklar, büyük savaşçılar...’’
Her kitabın bir kuruluş öyküsü vardır yazarı için.
Bazen bu öykü, bazen de bizim bir kitapla karşılaşma öykümüz, kitabın
içerisinde yer alanlardan daha ilginç hale gelebilir. Benim okuma yaşantım da,
kendimce önemli bulduğum, onlarca öyküyle dolu.
Birkaç yıl önce, Doğu’da görev yaptığım şehrin
yaşayan en eski kitabevini kendime mabed edinişimle birlikte, kitaplığıma,
kelepir fiyatına aldığım onlarca ‘’tarihi eser’’ düzeyinde kitap eklemiş oldum.
Bunun için gerekli olan tek şey raflar arasında birkaç saatliğine kaybolmaktı… Sonrasında
kasaya doğru yürürken; kucağımda taşıdığım kitapların dile geldiğini ve bana
bir şeyler fısıldadığını düşünürdüm hep. Yıllarca tozlu raflarda öylece durmuş,
ve gelip birinin değerini fark edeceğini umut ederek sabırla beklemiş olduğuna
hep inandığım bu kitaplar, gözlerimin içine sevinçle bakıp; ’’iyi ki geldin ve çekip
aldın beni çöplükten’’ der gibiydi. Böyle günlerde ellerim, üstüm başım toz
içinde, dünyanın en önemli gizini çözmeyi başarmış, ya da, en gizli mabedinin
yerini bir tesadüf eseri fark etmiş, bir altın madenine rastlayıvermiş insan
nasıl hissederse kendini, öyle mutlu, öyle heyecanlı ve öyle coşkulu bir
şekilde, koşar adımlarla eve atardım kendimi. Borges’in en sevdiğim
cümlelerinden biri düşer böyle zamanlarda aklıma: ‘’Bir kitabın bize mutluluk
olasılığı sunduğuna neden inandığımı tam olarak bilmiyorum, ama bu alçakgönüllü
mucize için gerçekten minnettarım.’’
Yine böyle
günlerden birinde, Borges’i yeni yeni okumaya, ve onunla ilgili daha fazla şey
öğrenmeye karar verdiğim bir dönemde, üzerinde ‘’Borges’in Evinde’’yazan,
katoloğa benzer, Alberto Manguel isimli bir yazarın kitabına denk geldim. Manguel’i
tanımıyordum, ama Borges için bu ilk baskı, ucuz mu ucuz kitabı almaya
değerdi…! Öyle de yaptım. Manguel’le ilk karşılaşmam böyle oldu, ve, diğer
kitaplarına da ulaştım sonra, bir bir. Hepsi kitaplar üzerine hazırlanmış ayrı
bir külliyat gibiydi. Kağıdın, kitabın, kütüphanelerin, mürekkebin tarihsel
serüvenini seriyordu önüme her bir çalışması, ve bu seyir dört boyutlu bir
biçimde yaşanıyordu adeta içimde. Anlattıklarını görebiliyor, koklayabiliyor,
tarih öncesinden gelen sesleri işitebiliyor, ve dönemin kokularını alabiliyor
olduğumu hissediyordum onun kitaplarıyla baş başa kaldığımda. Onun, bu yılki İstanbul
Tüyap Kitap Fuarı’ın yabancı konuklarından biri olarak gelecek olduğu haberini
aldığımda, uzaklardan çok yakın bir dostum geliyor gibi bir hisse kapıldım. Yaşamıma
o denli dahil olmuştu artık bu isim.
Gazete sayfalarında boy boy fotoğraflarının ve kitap kapaklarının yayınlandığını
gördükçe, onunla karşılaşma anım tekrar tekrar canlanıverdi gözlerimin önünde.
Kendime ‘kendim’ olduğum, iyi bir koku alma yönüm, doğru isimleri ve doğru
kitapları sezebilme yeteneğim ve bunu geliştirme gayretim için, bir kez daha
teşekkür ettim.
Borges’le
Geçen Dört Yıl
Bahsettiğim kitap adını, Manguel’in Borges’in
evinde, ona kitap okuyarak geçirdiği dört yıldan almakta. Manguel, on altı
yaşlarındayken, Buenos Aires’teki bir kitapçıda çalışmaya başlar, ve yazarla
burada tanışır. Borges, bir aile mirası olarak, otuz yaşından, elli sekiz
yaşına doğru görme yeteneğini yavaş yavaş yitirmiştir. Karşılaşmanın yaşandığı
dönemde, Ulusal Kütüphane’de yönetici olarak çalışmaktadır. Bir iş çıkışı uğrar
Manguel’in bulunduğu kitabevine, ve birkaç kitap aldıktan sonra ona, ‘’eğer
başka bir işi yoksa akşamları kendisine kitap okuyup okuyamayacağını’’ sorar.
Teklifi kabul eden Manguel, 1964-1968 yılları arası, haftanın üç-dört günü
Borges’in evine gidip kendisine kitap okur.
Körlüğünü, kendisine ‘’kitapları ve geceyi’’
bahşeden Tanrı’nın bir ironisi olarak gören Borges, oldukça sade döşenmiş ve
içinde çok az kitabın bulunduğu bir eve sahiptir. Evrene ‘’kütüphane’’ demiş ve
cenneti bir ‘’kütüphane şeklinde tasvir etmiş’’ bir yazarın evine gelen
ziyaretçiler ‘’ kitaplarla kaplanmış bir yer, ek yerlerinden patlamak üzere
olan raflar, geçişleri tıkayan ve her delikten fışkıran basılı malzeme
yığınları, bir mürekkep ve kağıt ormanı görmeyi bekliyordu. Bunun yerine,
kitapların göze batmayan bir köşede toplandığı bir apartman dairesi ile
karşılaşıyorlardı.’’, diye anlatır Manguel bu
durumu.
Borges’in bu mütevazi kitaplığının büyük bir bölümünü sözlükler ve ansiklopediler
oluşturmaktadır. Çocukluğunda oldukça çekingen olduğu ve kütüphaneye gittiğinde
aradığı kitabı sormaktan utandığı için, genellikle bir ansiklopediye uzanıp,
açtığı ilk maddeyi okumaya başlaması onun hayatı boyunca kopamayacağı bir
alışkanlığı olarak kalacaktır. Kitaplığında en az bulunan şeyse kendi yazdığı
kitaplardır. Bunun nedenini şöyle ifade eder: ‘’ Kendimi her şeyden önce bir
okur olarak görüyorum ve çevremde de bulunmasını istediği şey, başkalarının
kitapları.’’
Yine, Manguel’den öğrendiğimize göre Borges, oldukça
başına buyruk bir okur. Bir kitabı son sayfasına kadar okumak gibi zorunluluk
hissetmez, ve her okuyucu gibi onun da kütüphanesi bir nevi otobiyografisi olma
özelliğine sahip. Olasılık ve anarşinin kurallarına olan inancı yansıtan bir
kitaplık… Borges, kitap seçimiyle ilgili duruşunu şöyle dile getirir: ’’ Ben
zevk peşinde koşan bir okuyucuyum. Kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir
konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.’’
Çocukluğundan beri kaplanlara karşı özel bir ilgisi
ve sevgisi olduğu bilinen olan Borges, eserlerinde bu canlıyla birlikte, ayna
ve labirent gibi nesneleri metafor olarak sıkça kullanmış. Bahsettiğim
kitabevinden, yine üzerinde Borges adını taşıyor diye aldığım kitaplardan biri
de Demir Özlü’ye ait: Borges’in Kaplanları. (Özlü’yle de ilk karşılaşmamdı bu.
Tezer Özlü’yü severek okuyor olmama rağmen, abisinin varlığından haberdar
değildim, Borges isminin izini sürerken tanıştığım bir isim olarak kişisel
tarihimdeki yerini aldı bu değerli yazar da.) Borges’in yazar kimliğinin nasıl
ortaya çıktığı, onu yazmaya yönelten temel nedenin ne olduğunu bilmek de
önemli. Bunu da Özlü’nün kitabında yer alan bir söyleşiden aktaralım:
‘’Kitaplarımda kendimden başka hiçbir şeyden söz etmedim. Kendi benliğimden de her
zaman biliyordum ki, gerçek yazarın söyleyecek hiçbir sözü yoktur. Uyanmak
isteyen isteklerimi bastırmak isteyen gece canavarlarını, kesinlikle
betimleyerek öldürmek için yazıyorum.’’
87 yaşında, 14 Haziran
1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatı sona eren yazar, yapıtlarının
eşsizliği ve edebiyat dünyasındaki yeri kadar, ‘’yazılmış-yaşanmış’’ yaşam
öyüküsüyle de önemli ve ilgi çekici bir isim. Onu Manguel’den dinlemek ise ayrı
bir keyif ve zevk…
Kaynak:
Alberto Manguel, 2001,
Çev: Cem Akaş, YKY
Demir Özlü, 2000, YKY
Gülşah Köksal
28.12.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder