Şu an, soğuk bir coğrafyanın içinde, bir trenle yolculuk yapıyor olmak isterdim. Hem de nasıl isterdim bunu, tarif etmesi güç- güçlü bir arzuyla… Kuşetli ya da yataklı bir vagonun içinde, birkaç günlük bir yola gitmek… Kah, camdan dışarıya bakıp uzun, düşüncelere dalmak; kah yanıma aldığım ‘’atıştırmalıklarım’’a uzanıp, yediklerimden aldığım zevkle, ‘’doymanın’’ ve ‘’yutmanın’’ tadını çıkarmak, kah da zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, saatler, sayfalar boyu okumak, okumak, okumak, ve tabi ki yazmak…
Kitaplardan uzak bir yaşamı, onlarsız nefes almayı
düşünemeyen bir kişinin, ‘’hız’’dan hoşlanıyor olması olası gelmiyor nedense bana.
Uzun seyahatleri, anlık uçak yolcuklarına değişebileceğini inanmıyorum bir
okur-yazarın. Halis bir okur için her şey –bir fincan kahve içmekten, bir
sahilde güneşlenmeye kadar-, daha keyifli bir okuma ortamı ve atmosferi bulmak
için birer bahaneden fazlası olamaz diye düşünüyorum – kendimden yola çıkarak. Hem
de başka bir açıklamanın mümkün olamayacağından adım kadar emin olarak. ‘’Bu
kadar kesin ve net olarak ifade edebildiğim başka bir şey kaldı mı acaba?’’,
diye de sorarak bir taraftan kendime; bunun cevabını arayarak.
Yanıtımın ne olduğunu, daha soruyu dile getirmezden önce
bile biliyorum aslında; çünkü yaşamımın odağında yer alıyor kendileri… Her gece bu soru eşliğinde kapıyorum gözlerimi
geceye; her öğlen bu soruyu masanın üzerinde bir yere yerleştirip, öyle
uzanıyorum tabağımdaki yemeğe; her yeni
güne g zihnimden bu cümleleri geçirerek açmış buluyorum gözlerimi: ‘’Benim
kesinliğinden asla şüphe duymadığım/ duymayacağım, herhangi bir genel-geçer ‘’doğrum’’
kaldı mı?’’ Normal nedir? Tanrı nedir? Sevgi, sadakat, dostluk, aşk, vefa,
yalan, cefa…. Nedir bunlar?’’, diye kendime her sorduğumda, ya da başka
birileri tarafından bana her sorulduğunda, tek nefeste, bir çırpıda, tereddüde
düşmeksizin verebildiğim bir cevabım var mı? ‘’Yok’’ bile diyememeli, orada
bile durup bir düşünmeli, ortalama bir cevaba yönelmeliyim -diye düşünüyorum.
Çünkü içimden, ‘’okur’’ olamaya dair , ‘’genel geçer’’olduğuna inandığım bir
takım özellikler geçiyor bir yandan. ‘’Bunlara rağmen, ‘’hayır’’ olarak veremem
yanıtımı’’, diye düşünüyorum.
‘’ Bunlar?’’ : Mesela,
hiçbir okurun gerçekte, kendini, sürekli bir kalabalığın varlığı içinde iyi
hissediyor olamayacağı. Mesela… Yolculukların, yanına bir bavul dolusu kitap
alınarak çıkılan yolculukların, okuma sürecine bambaşka bir lezzet katıyor
olduğu inancımın, her ‘okur’’da ortak olması… Yalnızlığın, bir cezadan çok,
ödül gibi algılanması; fazla sosyal olmanın/ olmak zorunda kalmanın yorucu
kabul edilmesi ve bir önce kendimize, kitaplarımıza, kitaplıklarımıza, okuma
koltuğumuza kavuşma isteyişimiz… Bunların hepsi, birörnek duygu ve davranışlar
olsa gerek. Çünkü bana göre ‘’tutkulu’’dur ‘’gerçek okur’’; çünkü o okumayı
sadece ‘’okumak’’olarak görüp kabul etmez, her bir safhasını okumanın, bir
ayine hazırlanıyormuşçasına düzenler… Basittir basit olmasına bu hazırlıklar,
ama yaşayana tarifi imkansız bir içsel mutluluk, eşi benzeri az bulunur bir
yaşam sevinci verir.
Basit ve standart davranışlar… Bu satırları okuyan hemen her
‘’okur’’un, ‘’aa, evet ya…’’ diyecek
olduğuna eminim şu an:
-kitap ele alınır alınmaz, diğer elde en çok sevilen
kalemlerden birini tutuyor olmak,
-okurken oturulan koltuğu, masayı ya da sandalyeyi gözü gibi
korumak; onu adeta bir toteme dönüştürmek; zamanla bir başkasının onların
yanına bile yaklaşmasını istemeyecek hale gelmek,
-sayfaları aynı biçimde çevirmek; satır altlarını aynı stilde/aynı
renk mürekkeple çizmek,
- kitabın boşluklarına hep aynı teknikle notlar almak, ya da
asla almamak –bunun için özel defterler ya da bilgisayar klasörleri kullanmak-,
-dışarıda okumayı da sevmek; ama ruhuna en iyi gelen, ona en
çok ilham veren, en lezzetli kahveleri,
çayları ikram eden, özenle seçilmiş müzikleri dinleten kafe hangisiyse ‘’bugün öğleden sonra oraya
gidip okuyacağım birkaç saat’’ demek,
-okunacak onlar, hatta yüzlerce kitaba sahip olduğu halde,
gözü hep almak istediklerinde olup, kendini dünyanın en büyük kitap fukarası
olarak görmek,
-bir kente gittiğinde, oranın ilk önce sahaflarını, kitapçılarını,
kütüphanelerini görmeyi istemek,
-hiçbir kitabı ödünç verememek; hele de en sevilen yazarların
kitaplarını; ödünç alınmış kitabı okumaktan keyif alamamak…
Öyle çok ki buna benzer özellikler.
Yanılıyor muyum bilmiyorum… Belki de ben, gerçek ‘’okur’’u böyle, bu şekilde tanımlamaktan
hoşlanıyorum.
….
Zamanla, okumaya en uygun atmosferin, gri, yağmurlu, rüzgarlı günler olduğunu, en sevdiğim mevsimin yaz değil de sonbahar-kış olduğunu fark ettim; yirmili yaşlarımın sonuna doğru. ‘’Ağustos’un ortasında doğdum, ben tam bir yaz çocuğum’’derken, birden bire, yazın ‘’çok şımarık bir mevsim olduğunu, kendisini çok sevdiğimi söylediğim dönemlerde bile, Eylül’ün geliyor olduğuna içten içe seviniyor olduğum, ve bunu kendimden bile saklamış olduğumu düşünmeye başladım. Yazı da artık, ‘’yazlık kitaplar’’ ve ‘’yazlık kitapçılar’’gerçekliğinden hoşlanmadığım kadar itici buluyorum. Ve, bunu kabullendiğim dönemden beri, kışı doya doya yaşıyor olduğumu fark ediyorum.
Doğu’da ‘’gerçek kış’’la tanışmam
vesile oldu belki de buna; orada ‘’gerçek soğuk’’ve ‘’gerçek kar’’la ilk kez tanımış
olmam…
Karadeniz’de doğup büyümüş
olmamdan kaynaklı olarak ‘’kış=yağmur’’ denkleminden kurtulup, ‘’kış ve kar’’şiirselliğine
ulaşmış ve bizahati bunu, iki koca yıl boyunca, uzun uzun yaşamış olmam…
Tren vagonlarının , karlı ormanların içinden,
günler boyu tıngır mıngır geçiyor olduğunu, benim de o vagonlardan birinin
içinde olduğumu hayal ediyor olmaktan daha fazla keyif bir olmaması, bu durumda
daha da anlaşılır olmaya başlıyor değil mi?
---
Hız… Oldum olası en sevimsiz
bulduğum, tüylerimi en fazla diken diken eden, içimi en çok ürperten
sözcüklerden biri. ‘’Ölüm’’ gibi. ‘’Katil’’ gibi. ‘’An’’ları, manzaraları
yaşamayı, ‘’yolda olmayı’’ engelleyen; kendini insanlığa ‘’güzel bir şey’’miş
gibi gösterip, hayatlarımızı, heyecanlarımızı, alışkanlıkların verdiği mutlulukları, beklemenin, ulaşmanın, sabrederek kavuşmanın hazzını katledip,
yerine kendi ‘’yeni gerçekliklerini yerleştiren ‘’modern zaman katili’’, bir
canavar, hız…
Ne kadar onsuz, ondan ne kadar mahrumsak o kadar mutluyuz aslında. Ne kadar yavaş, dingin kalmayı başarabiliyorsak, o kadar huzurlu, o kadar farkında, o kadar ‘’insan’’ız…
Bu yüzden ben, şu an, ‘’trende
olmak’’istiyorum. Karlı bir ormanın ortasından, bir modern zamanlar yılanı gibi
süzülüp, yeni coğrafyalara ulaşmak… Yaşamak! Yaşamı, tüm yavaşlığıyla yaşamak…
Gülşah KÖKSAL
15.12.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder