‘’Hepimiz
içimizde bir kitap barındırıyoruz, belki de büyük bir kitap. Fakat iç
yaşamımızın kargaşasında seyrek olarak su yüzüne çıkıyor ya da bunu o kadar
hızlı yapıyor k, onu yakalamaya zaman bulamıyoruz.’’
Enqriue
Vila- Matas
Clement Cadou… On beş yaşında,
yazma arzusuyla yanıp tutuşan bir gençtir… Bu yönünü takdir edip destekleyen
bir aileye sahiptir. Aile, Polonyalı yazar Gombrowicz’in Paris’e geldiğini duymuş, ve kendisini,
evlerine yemeğe çağırmıştır. Oğul Cadou, bu haberi duyduğunda, severek okuduğu
yazarı görebilecek, onunla zaman geçirebilecek olmanın sevinciyle havalara
uçmuştur. Her türlü kitaba ulaşabilme imkanı olan, gelecek için sadece yazar
olmayı düşleyen ve sıkı bir biçimde buna hazırlanan Cadou için bu harkulade bir havadistir . Yazar Gombrowicz
eve gelir, sofraya geçilir. Ancak umulmadık bir şey olur. Cadou, karşısında
gördüğü yazara duyduğu hayranlığın dozunu dizginleyemez, ve birden bire,
kendisini, yemek yedikleri salonun bir mobilyası gibi hissetmeye başlar. O an
karar verilmiştir; bir daha asla yazma bahsi açılmayacaktır kendisi için.
Yazar Enrique Vila-Matas’ın
‘’Bartleby ve Şürekası’’ adlı kitabında yer alan bu öyküde anlatılmak istenilen
durum, yazı ile ilişkisi olan kimin başına gelmemiştir ki! Kaçımız çarpılıp
kalmamışızdır tadına doyum olmaz bir metnin gücü karşısında. Dona kalıp, ‘’ben
yazmaya yeltenmeyeyim bir daha’’, baksana neler yazıyor, ne cümleler kuruyor
insanlar’’, dememiş ve belli bir süre, kağıttan, kalemden uzak tutmamışızdır
kendimizi? Hangimiz? Hangimiz yaşamamıştır bu derin ‘’çaresizlik’’
duygusunu… Kimileri, Cadou gibi bir
mobilya olduğu duygusuna sığınır böyle zamanlarda ve tüm yaşamını sandalye
resimleri çizmeye adar mesela. Kimileri, kökünden söküp atar içinde yeşermiş
‘’cümle kurma’’ isteğini, vazgeçer;
kimileri de, hiç umursamaz başkalarını, kendi arzuları ve yapmak
istediği şeye diker gözünü; yazar,
basar, okutur, okutmaz, ama kendinden memnun, mesut bir insan olarak yaşar. (Sözümüz
, kendisini bu kategoride bulanlara değil.)
Kırılgan bir yapıya sahiptir kalem
erbabı. Herkesle, ama en çok da kendisiyle ihtilaf halinde tüketir yaşamını.
Eleştirir habire kendini; yargılar, sorgular, yerden yere atar, duvardan duvara
çarpar acımasızca. Okşar bazen de,
nadiren de olsa, elleriyle –yine, kendi saçlarını; aferin sana, ne güzel şeyler
yapıyorsun öyle, ne harkulade fikirler üretiyorsun, -der; ama şımartmaz asla,
gerisin geri çekilir eller saçlardan, çatılır kaşlar ve- ‘’belki de, çok da iyi
değildir. Hayır hayır, iyi değil, rezalet şeyler bunlar; hem de, zaten, ne
anlamı var bunların, saçmalık düpedüz bu yaptıklarım. Yine saçmalamaktayım!’’,
der, ve küser birdenbire kendine. En sevdiğine, tek yarenine.
Rimbaud işte… Adını saygı ve
imrenme ile andığımız bu zat… Yirmi dokuz yaşında, ikinci kitabının ardından
bırakır yazarlığı. Yirmi yıl, boş boş gezinip, maceradan maceraya atar kendini.
Niye yazmıştır ki zaten o iki kitabı!
Robert Walser… Tek isteği unutulmak
olan, ömrünün son otuz yılını akıl hastanesinde geçiren adam. Onun da durumu
aynıdır… Yazmak gereksiz bir iştir, saçmalamaktır. Kişi, kendini bu eylemden
uzak tutmalı, hele de asla tanınma lanetine uğramamalıdır. Bunu söylemesine
rağmen, küçük not kağıtları, gazete küpürlerinin boş kenarlıkları, minik yazı
sanatını (mikrogramme) kullanarak kurduğu cümlelerle dolup taşmış, ölümünün
ardından bir araya getirildiğinde bunlar, aslında aynı öykünün parçaları olduğu
anlaşılmıştır. ‘’Birisinin dediğine göre, Walser, göz diktiği hedefe tam
ulaşacakken şaşkınlık içinde duruveren uzun mesafe koşucusu gibidir. Hocalarına
ve takım arkadaşlarına bakar ve parkuru terk eder, yani kendi yoluna gider.’’
Bu, bahsettiğimiz kırılganlık,
beraberinde yoğun bir çaresizlik duygusu pompalar benliğe, ve yazar Jules
Renard’a söylettiğine benzer şeyler fısıldar kulağımıza: ‘’Hiçbir şey
olamayacaksın. Ne yaparsan yap bir şey olamayacaksın. En iyi şairleri, en derin
düzyazı yazarlarını anlayabilirsin, ama, sen ancak en küçük cücenin en kocaman
devlerle karşılaştırılabileceği kadar kıyaslanabilirsin onlarla. Hiçbir şey
olamayacaksın. Ağlasan da, haykırsan da, umuda ya da umutsuzluğa kapılsan da,
yazmaya yeniden başlasan da, kayayı itmeyi başarsan da, ne yaparsan yap, hiçbir
şey olamayacaksın.’’
Kafka peki? O da yazma eylemine
çokça değindiği güncesinde, böyle bir andan dem vurmaz mı! Bir pazar günü,
Goethe okuduğunu, tam bir yazma felcine tutulduğunu söyler ve devam eder;
‘’Sanırım bu haftayı Goethe’nin etkisinde geçirdim, bu etkinin gücümü
tükettiğine ve bu nedenle yararsız bir insana dönüştüğüme inanıyorum.’’
–Mobilya olduğunu düşünecek kadar kaybetmemişse de kendini, yine başka bir
günün notuna şu cümleleri ekleyecektir: ‘’Goethe ilgili olarak okuduklarım
coşkumu yarıda kesiyor – Goethe’yle konuşmalar, öğrencilik yılları, Goethe ile
geçen saatler, Goethe’nin Frankfurt günleri- ve yazmamı tamamıyla engelliyor.’’
Örnekler kolaylıkla, bir nefeste
çoğaltılabilir, çünkü edebiyat dünyasının başarılı bir yazar diye adleddiğimiz tüm isimlerinin
öyküsünde buna benzer yaşanmışlıklar vardır. Belki de etkilerini, güçlerini ve
ölümsüzlüklerini bu kırılganlıklarına, kılı kırk yarışlarına, ve öykünmeyle
birlikte gelen çaresizliğin kendilerinde yarattığı tahribata borçlulardır…
Bartleby sendromu, ya da ‘’red edebiyatı’’, adını, Melville’nin
Katip Bartleby öyküsünden almaktadır.
Ünlü Moby Dick adlı eserin yazarı olan Melville de, yaşarken, eleştirmenler
tarafından başarısızlığa mahkum edilen yazarlar kervanındandır. Öyle büyük
acılar çekmiştir ki bu durum karşında, Katip Bartleby adlı öyküsünü imzasız
yayımlatmış, unutulmuş yazarlardan biri olarak- yaşamdan ayrılmak zorunda
kalmıştır. Katip Bartleby karakterinde, bir ‘’duruş’’ sergilemiştir yazar;
‘’bunu yapmamayı tercih ederim’’ diyen, günümüzün ‘’bohem’’ tipolojisine uygun
düştüğü iddia edilen, bir garip adam portresidir yazarın çizip ortaya
çıkardığı. ‘’Yapmamayı tercih ederek’’ bir direnç göstermiştir gündelik yaşamın
dayatmalarına. Oscar Wilde, buna dair bir özlemini şöyle dile getirmiştir bir
gün: ‘’Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en
entelektüel olanı.’’ Böylece, yaşamının
son iki yılını da bu özlemini gidermeye çalışarak, - hiçbir şey yapmayarak,
yazmayı sonsuza dek bırakarak, başka
hazları tatmaya, yapmamanın bilgece neşesini tanımaya ve içmeye, avareliğe
adamıştır. Öldüğünde, Paris gazetesi de onun şu sözlerini anımsatmıştır
insanlara: ‘’Yaşamı tanımadan önce yazıyordum, şimdi yaşamı bildiğim için artık
yazacak bir şeyim yok.’’
Öyle değil midir? Okumak gibi
yazmak da, yaşamı, insanları, ve bir
yerlerden onların ortasına fırlatılıp
atılmış olan ‘’kendini’’ anlama
uğraşının bir parçası değil midir! Anlamı bulduğuna inandıktan sonra
başlamaz mı asıl yaşam? Ya da, bir anlam arayışı söz konusu dahi olmadığında…
Red edebiyatının doğduğu nokta da
tam burası aslında. ‘’Yazmamayı tercih ederim’’, ya da ‘’yazmayı reddediyorum’’
diyenlerin durduğu zemin; ‘’yazacak bir şey yok, çünkü yaşam bir anlamsızlık
deryası’’ diyenlerin edebiyatı. Yazmamanın da edebiyatı mı olurmuş demeyin.
Buna en güzel cevabı Marcel Benabou vermiştir kanımca: ‘’Siz, sayın okur, sakın
yazmamış olduğum kitapların bir hiç olduğunu sanmayın. Aksine onlar, evrensel
edebiyatın sularında yüzüp durmaktadır.’’
Evet, pek çoğumuzun içinden gün
içerisinde onlarca cümle akar, bir çok öykü, bir çok aforizma… Düşünce, kuram,
izlenim… Yazmayı bilmemek değil tek gerekçe, hatta çoğunlukla bu bir gerekçe
bile değildir; üşengeçlik, zaman yetersizliği, özgüven eksiliği vs de de gizli
değildir yanıtlar yalnızca. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına, orijinal
bir şey ortaya çıkaramayacak olduğu gerçeğine teslim olmak; halkın artık
kaliteye teslim olmadığını, popüler olana rağbet ettiğnii, bunun için de
uğraşmaya değmeyeceğini dile getirmek kadar geçerli bir açıklama belki de,
içinden akıp boşluğa uzanan cümlelerin de ‘’evrensel edebiyatın sularına
katılmış’’ birer değer olduğu inancı. Peru’lu yazar Julio Ramon Ribeyro’nun
söylediği gibi: ‘’Bu hayali kitaplar, görünmez metinler, belki birgün kapımızı
çalar ve biz tam onları içeri almaya hazırlanırken, çoğu kez önemsiz bir
nedenle ortadan kaybolurlar; kapıyı açarız ama onlar yoktur, gitmişlerdir.
Kuşkusuz büyük bir kitap, içimizdeki büyük bir kitap, yazmayı hedeflediğimiz
‘’bizim kitabımız’’, aynı zamanda hiçbir zaman yazmayı ve okumayı
başaramayacağımız kitaptı. Ancak, hiç kimsenin kuşkusu yok ki, o kitap var. Red
sanatının tarihinde asılı olarak bekliyor.’’
Bahsi geçen kitaptan öğrendiğim
paylaşmak istediğim son şey de, Amerika’da yer alan bir kütüphane. Red
edebiyatının müzesi olarak kabul edilebileceğimiz bir mekan, Brautigan
Kütüphanesi. Adını Amerika’nın ünlü yeraltı edebiyatçısından almış olan
kütüphanenin özelliği ise şu; yayınevleri tarafından reddedilmiş, beğenilmemiş,
‘’başarısız’’ olarak nitelendirilmiş kitapları kabul ediyor oluşu. Buraya
gönderilen hiçbir el yazması reddedilip geri çevrilmiyor. El yazmanızı bir
zarfa koyup, üzerine ‘’Richard Brautigan Kütüphanesi, Vermont\ Burlington ABD’’ yazmanız yeterli.
Not: Yazıya eklemeyi unuttuğum bir
şey daha geldi aklıma giderayak. İçinde yazılan kitapları, kağıda geçirmeye
üşenenlerin başka bir gerekçesi daha var; okumaktan daha fazla haz alıyor, ve
yazmayı bir zaman kaybı olarak görüyor olmak. Cümlelerin elinden kurtulmayı
başaramadığımızda yalnızca, kağıda kaleme uzanmak. Bendeniz de kendini bu
kategori içerisinde bulanlardanım.
Sevgilerle…
Bahsi geçen eser:
Enrique Vila-Matas, Bartleby ve
Şürekası, Doğan Kitap Mart 2005, 1.Baskı
Çev:Tülin Şenruh
Gülşah KÖKSAL
17. 04. 2015
FOÇA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder