Kitaplar, bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla
dolu mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır onları tutkuyla sevenler için;
nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize
girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekanları
bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel
köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en
iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar,
bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder.
Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde
durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler
onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil,
kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.
Bir okur olarak
ben, kitaplarımla hep aynı mekanda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta
uyumak- isteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma
cevap verebilecek imkan ve büyüklükte değildi, ve başkalarının çok kolaylıkla
giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben,
tavana değin uzanan rafları olan bir
kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde
bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana,
kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca
etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi
konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.
Diğer
evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse,
onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha
çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji,
edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile
okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık
derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da
davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne
şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak
felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri
daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık,
çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch,
Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone,
Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol
Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun
istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz filozof G. Berkeley gibi ben de, insan
bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi
geliyorum, bilmiyorum ama, benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir
arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair
inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı
ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı… Oldukları yerlerden memnun kalsınlar,
rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara
alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları
sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin
kişileriyle raflarda da birlikte
olmalarını sağlamaya çalışıyorum, yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de,
Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında
Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir
yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de
sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok
olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine
çok yakıştırıyor, yanyana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum
için, zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip
görüyor, ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri
noktasında oldukça hassas davranıyorum.( Berkeley’in ‘’biz yokken eşyalar,
kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?’’, diye sorması
gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet
etmeye başlıyorlar mıdır ?,’’, merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini
kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım. )
Düşünsenize,
ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız
Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan
bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi,
benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo,
Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz,
onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e,
Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer;
Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni
izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş
gözlerle ‘’ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz
diye soruyor yanında başka bir dangalağa… Çaldığım parçalar duygulandırıyor
bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor
mesela… Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka
yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp
gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı
sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim
düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir…
W.
Benjamin’nin kütüphanesini görüp, her okurun maruz kaldığı, ‘’bunların hepsini
okudunuz mu?’’sorusuna verdiği cevap çok manidar: ‘’Kitaplar sadece okunmak
için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.’’ Bu cümleyle, pek çok kitap
kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana, burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor
düşünür; benim ‘’kitap ruhu’’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma:
Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan
bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği ‘’biz biraz da, onlarla
‘’yaşamak’’ istiyoruz’’dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla,
koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: ‘’Olsun, elimin altında
bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun’’, diye aldığımız kitapların ruhunu
istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını;
tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı…
Rene
Descartes, ‘’İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet
etmek gibidir.’’, der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara
bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan
ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘’dostun
yüzünü’’ görüyoruz.
Ne demek
istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla
birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.
Hepinize bol
kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum….
Gülşah
KÖKSAL
25.12.2014
FOÇA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder